İki Ağacın Hikayesi (8)
Arzu adlı savaşçı
Bir önceki yazımızda, bir tanesinin aldatıcı olduğunu söylediğim üç ahlaki ikilemden söz etmiştik:
Yaşlı annemin evden taşınmadan önce evini düzenlemek için yardımıma ihtiyacı var, ama çocuğumun da finallere hazırlanmasına yardım etmeme ihtiyacı var. Akşamı kiminle geçireceğim?
Öğretmeni Billy’e Bobby’nin sınavında kopya çekip çekmediğini sorduğunda, Billy arkadaşı Bobby’yi korumak için öğretmene yalan söylemeli midir?
Manhattan’da karanlık ve yağmurlu bir gecede otomobilinizi park yerinden çıkarırken başka bir otomobile hafifçe çarptınız. Etrafa baktınız, sokak tamamen karanlık, kimse sizi görmedi. Not bırakır mıydınız?
Aldatıcıyı buldunuz mu?
Yanıltıcı ikilemin sonuncusu olduğunu fark ettiyseniz – Manhattan’daki karanlık ve yağmurlu gece – o zaman aynı fikirdeyiz.
İlk iki ikilem belirli bir ortak öğeyi paylaşmaktadır: Bu ortak öğe, birbirine rakip iki ideal arasında seçim yapma durumudur. Her ideal kendi başına değerli ya da soyludur ve ikilem sadece bu iki ideal birbiriyle rekabet etmek zorunda kaldığı için ortaya çıkmaktadır.
Örneğin, Bobby ve Billy’i düşünün. Dürüstlük ve sadakat; her ikisi de savaşmaya değer ideallerdir. Fakat iki değer sizi farklı bir yöne yönlendirdiğinde, hangisi kazanır?
Ya da anne ve çocuklar arasında seçim yapma ikilemi: Yakınlarıma karşı yükümlülüklerim vardır. Peki, bu iki yükümlülük arasında nasıl seçim yapacağım?
Bu iki ikilemde ringde iki savaşçı vardır ve soru şudur: Hangi savaşçı kazanır? Hangi değer baskındır? Yaratıcım benden nasıl davranmamı beklemektedir?
Şimdi son duruma dönelim: Manhattan’daki o karanlık ve yağmurlu gece, o notu bırakıp bırakmayacağımı düşünmekteyim. Burada birbirine rakip “idealleri” tanımlamaya çalışalım: İlk değer olarak dürüstlük var. Dürüstlük ideali bize notu bırakmamızı söylemektedir. Tamam, şimdi karşıt ideal nerededir? Dikkatli düşünün…
Yoktur. Bir saniye! İkinci bir ideal yoksa o zaman ne yapmamız gerektiğini bulmak için neden kendimiz ile bir mücadelede bulunuyoruz? Cevap ortada ve basit olmalı. Sadece bir tane “savaşçı” varsa o halde kararımızı hemen onun lehine verip uygulamamız gerekmez miydi? Bizi ikilemde bırakan nedir?
Cevap: Burada gerçekten başka bir savaşçı vardır. Ama bu savaşçı bir ideal değildir. Bu savaşçının adı “arzudur.”
Bu son ikilemdeki savaş, dürüstlük olan ideal ile ne yapmayı istediğiniz arasındadır. İki savaşçı basitçe şöyle adlandırılır: Notu bırakmak istememenize karşı dürüstlük.
Elbette bu, beyninizin size olayları sunma şekli değildir. Çarpmış olduğunuz arabayı incelerken ve kararınız konusunda mücadale yaşarken içimizdeki diyalogumuzu dinleyelim:
“Biliyor musun, gerçekten o notu bırakmalıyım … Ama … bir saniye – bunu yapmadan önce, arabadaki o çöküntüyü yapan kişi olduğumdan gerçekten emin miyim? Evet, geri giderken bir çarpma sesine benzer bir ses çıktı ama belki sadece bir çöp kutusuna ya da başka bir şeye çarptım. Evet, bu arabaya da çarpmış olabilirim ama bu kadar büyük bir çöküntüye neden olmuş olabilir miyim?
Eğer bu arabaya daha önce çarpan olduysa ve bir not bırakmış olsaydım, ne kadar enayi olacaktım! Ayrıca, arabasını neden benim aracıma bu kadar yakın park etti ki? Bir de ona bir not bırakmayı düşünüyordum, ne kadar aptalım. Nasılsa bu kadar pahalı bir otomobilin sigortası vardır ve bedeli sigorta şirketi ödeyecek. Neden bir sigorta şirketini koruyorum ki?”
İşiniz bittiğinde, oradan uzaklaşmanın doğru ve erdemli bir davranış olacağına kendinizi çoktan ikna etmişsinizdir. “Acaba, benim otomobilime çarpan o olsaydı, bana not bırakır mıydı? Ah, ne kadar safım!”
Ama bu içsel diyalogdaki dürüstlük erdemine karşı duran savaşçılar gerçek değildir. İkinci savaşçının asıl adı sadece arzudur.
“İyinin ve kötünün” dünyasına hoş geldiniz!
Arzunun akıl oyunları
Büyüleyici bir Midraş bu fikri açıklamaktadır. Midraş olarak bilinen eski rabbinik yorumlar, genellikle alegori dilinde konuşur ve tuhaf elbisesi içinde onun mesajı kasıtlı olarak gizlenir. [Luzzatto’dan Maharal’a kadar geleneksel yorumcular, Midraş’ın ifadelerini nadiren kelime anlamı ile alırlar.] İşin sırrı, satırlar arasını okumak ve bilginlerimizin ne demek istediğini bir araya getirmektir. Öyleyse derin bir nefes alın ve bunu deneyin:
Midraş’ın bilginleri, bir insan öldükten sonra, Göksel mahkemenin, bir kişinin Kötü Eğilimi’ni , yani İbranice “yetzer hara”sını olduğu gibi görmesine izin verdiğini belirtir. Bilginler, eğer söz konusu kişi yaşamı boyunca dürüstse, Kötü Eğilim’in kendisine bir dağ gibi göründüğünü ve eğer kötü bir kişiyse, ona alçakça bir tepe olarak göründüğünü söyler. Her iki durumda da, söz konusu kişi şaşkındır: İlki bu kadar büyük bir dağın üstesinden gelebildiği için şaşkındır, ikincisi ise bu kadar küçük bir tepenin onu nasıl vazgeçirmiş, yolundan etmiş olduğu için şaşkındır.
Bilgeler burada ne ne demek istemektedir? İlk bakışta, bilginlerin bu öğretisi sezgiye aykırıdır. Aslında tam tersinin olması beklenirdi: “Dağ” tarafından ezilen, bastırmanın imkansız olduğunu düşündüğü arzular tarafından teslim alınan kişinin kötü kişi olması gerekmez miydi ? Ve arzuları kolayca başedebileceği kadar küçük, sadece alçak bir tepe olan kişinin de dürüst olan kişi olması gerekmez miydi?
Bir arkadaşım bir keresinde bana ilginç bir açıklama önerdi: Belki de doğru kişi ile kötü biri arasındaki fark, birinin diğerinden daha büyük veya daha yoğun yetzer hara’ya sahip olması değildir. Aradaki fark, kötü insanın “yetzer hara”sına yenik düşerken, dürüst kişinin bunun üstesinden gelebilmesidir. Ve bu, geriye dönüp baktığında her birinin gördüğü şeyi değiştirir: Dürüst kişi tatmin edilmemiş olan arzusunu görürken; kötü kişi, teslim olduktan sonra arzunun ona nasıl göründüğünü görür.
Arzu tatmin edilmediği zaman, bir dağ gibi görünür. Çikolatalı pastadan yemeden hemen önce, daha lezzetli bir şey olmadığını düşünürsünüz. Fakat dikiz aynasından geriye baktığınızda arzu farklı bir görünüme sahiptir. Son kırıntıları bitirdikten sonra dağın kaybolduğunu görür ve gerçek ile yüzleşirsiniz: Çikolatalı pasta otuz saniye boyunca iyiydi ama şimdi spor salonunda iki saat geçirmeniz gerekiyor.
Bunlar öznelliğin tuzaklarıdır. “İyi ve Kötünün Ağacı”ndan sonraki zamanda, bugün, Manhattan’ın yağmurlu sokaklarında bir ikilem doğar. Arzu, tüm büyüklüğü ve gücü ile “sanal savaşçıların” arkasına saklanarak, kendimizde görünmeyen bir yerde kalır. Bu öznellik dünyasında kötülük güzel elbiseler giyebilir – ve öyle olunca, gerçekten erdemli ve zorlayıcı olan eylem ile baştan çıkarıcı olan arasındaki farkı bilmek artık zordur.
Arzunun başlangıcı
Yılanın sözleri, erdemmiş gibi görünen baştan çıkarıcılığın canlı bir örneğidir. Manhattan’daki yağmurlu gecede olduğu gibi, ağaçtan yemesi veya yememesi konusunda Adam ve Hava da benzer bir ikilem yaşamıştı:
“Tanrı’nın hangi ‘sesini’ dinlemeliyim? İçimdeki arzuyu mu yoksa bana sözlerle gelen Tanrı’nın emrini mi?”
Yeterince makul bir soru gibi görünüyor. Ve belki de, bu arzu ağacından yemenin iyi nedenleri vardı. Hayatımıza arzuyu eskisinden daha güçlü bir şekilde getirmenin doğru, iyi ve değerli olduğunu düşünmek için iyi nedenler vardı. Sonuçta, yılan “Tanrı’nın sesini” oluşturan içgüdü ve arzu konusunda yanlış değildir. Tutku, Tanrı’dan gelir ve bunu tecrübe etmek bizi insan yapan şeyin temel bir parçasıdır. Sabahları başarma duygusu olmadan uyanmak ya da özlem hissi olmadan muhteşem bir gün batımına bakmak nasıl olurdu? Ya sanat sıkıcı görünse; romantizm ruhsuz ve çekici olsa; şiir ruhlarımızı canlandırmasa? Hayatın hala yaşamaya değer olup olmadığını sorabiliriz. Bir dereceye kadar, tutku hayatın en önemli parçalarındandır.
Hepsi çok makul, değil mi? Ancak Manhattan’daki yağmurlu gece gibi, bu ikilemin de bir alt metni var. Akıl yürütmeye dayanan çıkarımlar başka bir gündemi maskelemektedir. Adam ve Hava doğru ve yanlış dünyasında olsalar bile, “iyi ve kötülük” dünyası bizi çağırdı ve arzu etkisini göstermeye başladı.
Zeki okuyucu, Hava’nın Tanrı’nın ağaçtan kaçınması konusundaki emrini yılana söylediğinde, emirden birkaç ayrıntıyı değiştirdiğini fark edecektir. İlk bakışta bu değişiklikler oldukça zararsız görünmektedir. Örneği Hava, Adam ve kendisinin kaçınması gereken ağacı “Bahçe’nin merkezinde” olarak tanımlar. Ama ikinci bölüme dönerseniz, yasak ağacın bulunduğu yerin bahçenin merkezi olmadığını göreceksiniz.
Ayetlere dikkatlice bakarsanız, Hava’nın yaptığı tek değişikliğin bu olmadığını görürsünüz – aslında başkaları da vardır. Bu da beni şu ev ödevine getiriyor: Kalemi çıkar ve bu farklılıkların bir listesini yap: “Hava, Tanrı’nın koyduğu yasağı hangi yönlerden değiştirdi?” Listenizi tamamladığınızda kendinize sorun: “Hava, bu detayları neden değiştirdi?”
Elbette, Hava’nın bir iletişim hatasının talihsiz bir kurbanı olması mümkündür. Ağaçtan sakınmaları için ilk emir verildiğinde henüz yaratılmamıştı ve belki de Adam onu yanlış bir şekilde Hava’ya aktarmıştı. Olabilir. Ancak başka bir şey olup bitiyor olabilir.
Dikkatlice bakın, ilk emir ile Hava’nın onu ifade edişi arasındaki farkların bir örüntüye sahip olup olmadığını görün.
Şahsen böyle bir örüntü bulunduğunu düşünüyorum. Kutsal Kitap’ı açın ve benimle aynı fikirde misiniz söyleyin?
Devam edeceğiz.
Sonraki Yazı: İki Ağacın Hikayesi (9)
Kaynak: Rabbi David Fohrman