Bireysel ve Kolektif Sorumluluk
Rabbi Jonathan Sacks bir keresinde, “Yahudi Tarihi” kitabının katolik yazarı Paul Johnson’a, Yahudilerin tarihi hakkında araştırma yapmak için harcadığı uzun zaman içerisinde Yahudilik hakkında en çok neyin onu etkilediğini sorar. Johnson yaklaşık olarak şöyle cevap verir: “Tarih boyunca, bugünkü laik Batı gibi bireyi vurgulayan toplumlar oldu veya bir zamanlar komünist Rusya veya Çin gibi ortaklığa, belirli sınıfa ağırlık veren başka toplumlar oldu. Yahudilik ise her ikisi arasındaki hassas dengeyi gözeten, hem bireysel hem de kolektif sorumluluğa eşit ağırlık veren, bildiğim en başarılı örnektir. Yahudilik, güçlü bireylerin ve güçlü toplulukların dinidir. Bu, çok nadir ve zordur ve Yahudilerin en büyük başarılarından biridir.”
Johnson, bilmeden aslında Hillel’in ünlü aforizmasından söz ediyordu:
“Kendim için değilsem, kim benim için olacak (bireysel sorumluluk)? Yalnız kendim içinsem, ben neyim (toplumsal sorumluluk)?”
Bu kavrayış, Noah Peraşası’ndaki savı aksi durumda görülmeyecek şekilde görmemize olanak sağlamaktadır.
Noah Peraşası iki büyük olayla başlar ve biter: Tufan, Babil ve kulesi. Yüzeysel bir bakışla bu iki olayın ortak bir yönü yoktur. Tufan neslinin başarısızlığı, günahları ortadadır: “Dünya Tanrı’nın önünde yozlaşmıştı ve yeryüzü suçla dolmuştu. Tanrı yeryüzünü gördü; ve işte – yozlaşmıştı. Zira her vücut, yeryüzü üzerinde yolunu saptırmıştı.”(Yaratılış 6:11-12). Yozlaşma, suç, şiddet, sapkınlık: Bu dil, sistemik ahlaki başarısızlığın dilidir.
Buna karşılık Babil neredeyse cennet gibi görünmektedir: “Tüm yeryüzü tek bir dile ve tek amaca/konuşmaya sahipti” (Yaratılış 11:1). Yapıcılar, yıkıma değil, yapıma yönelmişti.
Yapıcıların günahlarının ne olduğu hiç açık değildir. Yine de Tora’ya göre Babil, başka bir yanlış yöne sapışı temsil etmektedir; çünkü bundan hemen sonra Tanrı, Avraam’ı insanlığın dini hikayesinde tamamen yeni bir bölüm için çağırmaktadır. Artık tufan olmayacaktır, Tanrı her halükarda, insanlığı bir daha asla bu şekilde cezalandırmayacağına yemin etmiştir (“Tanrı Kendi’ne ‘Toprağı bir daha insanlar yüzünden lanetlemeyeceğim’ dedi. ‘Çünkü insan kalbinin eğilimi, çocukluğundan beri kötüdür. Tüm hayatı bir daha hiçbir zaman, [şimdi] yapmış olduğum gibi vurmayacağım’”(Yaratılış 8:21). Tanrı, Babil’den sonra insan yaşamının farklı bir yola sahip olması gerektiğini gösterir.
Ancak, Tufan ve Babil’in hikayeleri sadece tarihi değildir, çünkü; Tora tarih kitabı değil, “öğreti, ders” kitabıdır. Bu hikayelerin Tora’da bulunmasının nedeni, bu olayların insanlığın durumu hakkında derin ahlaki-sosyal-politik-manevi bir gerçeği temsil ediyor olmalarıdır. Paul Johnson tarafından da açıklanmış olduğu gibi, bu olaylar insanlığın başarısızlıklarını temsil etmektedir. Tufan, bireylerin ve bireyciliğin hükmettiği ve ortaklığın bulunmadığı, toplumun göz ardı edildiği durumlarda uygarlığa ne olacağını anlatmaktadır. Babil ise, ortaklığın, topluluğun hükmedip, bireyler kurban edildiğinde neler olduğunu bize anlatmaktadır.
Klasik Leviathan eserinde (1651) modern siyasetin temellerini atan düşünür Thomas Hobbes (1588-1679) bu konuda en iyi yorumu yapmıştır. Siyasi kurumlar henüz kurulmadan önce Hobbes, insanların “doğa durumunda” olduğunu söylemişti. Onlar bireylerdi, gruplardı, takımlardı. İstikrarlı bir yönetim, etkili bir hükümet ve uygulanabilir yasalar olmadan, insanlar kıt kaynaklar için rekabet ettiklerinde, “her insanın diğerine karşı olduğu savaş” – kalıcı ve şiddet içeren bir kaos halinde olacaklardır. “Sürekli korku ve ölüm tehlikesi olacak, insan hayatı yalnız, yoksul, acımasız ve kısa olacaktır.” Bu tür durumlar bugün başarısız olmuş veya halen başarısız durumdaki devletlerde bulunmaktadır. Bu, tam olarak Tora’nın Tufan’dan önceki yaşamı tarif edişidir. Bireyleri sınırlayacak bir hukuk kuralları olmadığı zaman, dünya şiddet ile dolar.
Babil ise bunun tam tersidir ve şu anda bu ifadenin tam olarak ne anlama geldiğine dair önemli tarihsel kanıtlara sahibiz: “Tüm yeryüzü tek bir dile ve tek amaca/konuşmaya sahipti” (Yaratılış 11:1)” Bu durum, dillerin ayrılmasından önceki ilkel insanlığı ifade etmiyor olabilir. Gerçekten, bir önceki bölümde Tora, “Yalıtılmış halklar, kendi ülkelerine [gittiklerinde, işte] bunlardan ayrılmışlardır. Her biri kendi halkı içinde, ailesine göre kendine has diline sahipti” (Yaratılış 10:5) demektedir. Yeruşalayim Talmud’u, Megila 1:11, 71b’de, Rabbi Eliezer ile Rabbi Yohanan arasında, insanlığın Tufan’dan önce yetmiş dile ayrıldığını belirten bir tartışma yer alır.
Tora’daki Babil anlatımı, Neo-Asur imparatorluğunun sömürgeci uygulamalarına, fethetmiş oldukları halklara kendi dillerini dayatmasına yapılan bir atıf olarak görülebilir. Neo-Asur imparatorluğunun kralı Aşurbanipal II’i anlatan bir yazıtta, “bütün insanların tümünün tek dilde konuşmasını sağladığından” bahsetmektedir.
Asur kralı 2.Sargon ile ilgili bir silindir yazıtta şöyle yazmaktadır: “Dünyanın dörtte üçü tuhaf diller ve uyumsuz konuşmalar ile dolu. . . Efendim Aşur’un emriyle, asamın kudretiyle ganimet olarak aldığım bu toplulukların, tek bir sesi kabul etmelerini sağladım.”
Neo-Asurlular, mağlup ettikleri halklar ve toplulukların yalnızca kendi dillerini kullanması için baskı yaparak egemenliklerini ilan ettiler. Bu okumaya göre Babil, bir emperyalizm eleştirisidir.
Babil’in yapıcıları ile İsraillileri köleleştiren Mısır Firavun’u arasındaki dilin benzer oluşunda da buna bir ima bulunur. Babil’de şöyle demişlerdi: “Gelin, kendimize bir şehir ve başı gökyüzüne erişen bir kule inşa edelim…Böylece tüm yeryüzüne dağılmayız” (Yaratılış 11:4).
Mısır’da Paro şöyle demişti: “Gelin, ondan daha akıllıca davranalım ki, [daha da] çoğalmasın” (Çıkış1:10). İki ayette tekrarlanan “Gelin, … yapalım ki… olmasın”, ifadesi tesadüfi olamayacak kadar açıktır (Ayetlerin orijinallerine bakınız.) Babil, Mısır gibi, tüm nüfusuna boyun eğdiren, kimlikler ve özgürlükler konusunda saygısız bir imparatorluğu temsil etmektedir.
Bu durumda, tüm Babil hikayesini bu defa çok daha ikna edici biçimde yeniden okumak zorunda kalacağız. Sıra şudur: Yaratılış 10.Bölüm, insanlığın yetmiş ülkeye ve yetmiş dile bölünmesini açıklar. Yaratılış 11.Bölüm bir emperyal gücün daha küçük ulusları nasıl ele geçirdiğini, dilini ve kültürünü onlara dayattığını, böylece Tanrı’nın, insanların her halkın ve her bireyin bütünlüğüne saygı göstermesi isteğini doğrudan reddetmesini anlatır. Babil hikayesinin sonunda Tanrı, yapıcıların “dilini karıştırdığında,” Tanrı yeni bir durum yaratmamakta, tersine; eski haline çevirmektedir.
Böyle açıklandığında, Babil hikayesi, bireyselliğin ezildiği, yok sayıldığı zaman kolektifin gücünün bir eleştirisidir. Yaratılış 10. Bölüm’de yetmiş kültürün kendine özgülüğü anlatılmaktadır. (Burada, Rabbi Jonathan Sacks’in kişisel notu bulunmaktadır: “Ağustos 2000’de Birleşmiş Milletler’deki Milenyum Barış Zirvesi’nde tüm dünya inançlarından 2.000 lidere hitap etme ayrıcalığına sahip oldum. Her biri alt bölümleri ve mezhepleri ile temsil edilen tam 70 gelenek olduğu ortaya çıktı. Bu yüzden hala yetmiş temel kültür varmış gibi görünüyor.”) Hukuk kurallarının üstünlüğü bireyleri, farklı dilleri ve geleneklerini bastırmak için kullanıldığında, bu da yanlıştır. Tek tanrılığın mucizesi, göklerdeki Birliğin yeryüzünde çeşitlilik yaratmasıdır ve Tanrı bizden bu çeşitliliğe saygı duymamızı ister.
Dolayısıyla, Tufan ve Babil Kulesi, karşıt iki ideoloji olarak birbirlerine bağlıdır. Tüm Noah peraşası insanlığın koşulları için mükemmel bir çalışmadır. Bireyci ve kolektivist (toplulukçu) kültürlerin her ikisi de başarısız olmuştur. Birincisi anarşi ve şiddete yol açmaktayken, ikincisi baskı ve zulme yol açmaktadır.
Bu yüzden Paul Johnson’ın kavrayışı hem derin hem de doğru görünmektedir. Tufan ve Babil’deki iki büyük başarısızlıktan sonra, Avraam hem bireye hem de kolektife, kişisel sorumluluğa ve kamu yararına eşit saygı gösterecek yeni bir toplumsal düzen biçimi oluşturmaya çağrıldı. Bu, Yahudilerin ve Yahudiliğin dünyaya özel armağanı olmaya devam etmektedir.
Kaynak: “Covenant & Conversation,” Rabbi Jonathan Sacks