İki Ağacın Hikayesi (11)
Birkaç yıl önce radyoda bir sohbete denk geldim. Taraflardan biri evlenene kadar neden cinsel ilişkiden uzak durmaya karar verdiğini anlatmaya çalışan ciddi ve dindar bir gençti. Karşısındaki dj ise bunu gereksiz buluyordu: “Söyle” dedi, “Normal biri misiniz? Herhangi bir arzunuz yok mu?”
Telefonun diğer ucundaki bir sessizlik oldu. Bir sürelik duraksamanın ardından radyo sunucusu devam etti: “Bakın, Tanrı onlara uygun hareket etmenizi istemiyorsa, bu arzuları size neden verdi?”
Dindar genç bu soruyu beklemiyordu ve çok fazla cevabı yoktu. Program sona erdiğinde aklım o gençte kalmıştı ve birden kafama şu dank etti: İlk yıllardan bu yana ilkel yılan hala canlı ve iyi durumdaydı. Yılanın iddiası, o kadar zaman geçmesine rağmen, bugün o gün olduğu kadar etkindi: “Tanrı ağaçtan yememeyi söylediyse bile, ne olmuş?”
“Tanrı’nın emirleri, her ne olursa olsun, birincil değildir. Tanrı’nın gerçek sesi içinizden gelen, içinizden size konuşan, Tanrı’nın sizin varlığına yerleştirdiği arzu ve tutkulardır. Eğer istekler, arzular Yaratıcı’nız tarafından sizin içine yerleştirilmişse, öyleyse neden bu arzuları yerine getirerek O’nu onurlandırmıyorsunuz?”
Tarih boyunca, din karşıtları, bu temel argümanı çeşitli biçimlerde ve farklı kılıflar içerisinde geliştirdiler. Bu saldırıların en güçlülerinden biri, “İyi ve Kötünün Ötesinde” adlı eserin yazarı Alman filozof Friedrich Nietzsche’den geldi. Bu ve diğer yazılarında Nietzsche, organize Batı dinini eleştirdi. Dinin, sanki korkulacak bir şeylermiş gibi dünyadaki zevklerden ve tatlardan uzaklaşma eğilimini reddetti. Tutkunun yaşamın kendisini olduğunu ilan etti. Kişinin tutkudan kaçınması veya tutkusuna bağlanmakta başarısız olması durumunda, en temel insanlık sınavında; yaşamakta başarısız olduğunu söyledi.
Yılana verilmesi gereken cevap gerçekte nedir, ya da bu durumda, bu iddianın modern bir temsilcisine verilmesi gereken cevap nedir? Tutkunun hayvanlar için olduğunu ve Tanrı’nın emirlerinin insanlar için olduğunu söylemek güzeldir; hayvanların kendi içlerindeki Tanrı’nın sesine itaat ettiklerini ve insanların ise Tanrı’nın emirleriyle gelen Tanrı’nın sesine itaat ettiğimizi söylemek güzeldir, ama insanlar olarak, tüm tutkuyu toz yığınına sevk etmeye gerçekten hazır mıyız?
Arzu üzerinde gerçekten düşündüğünde, övülecek çok yönünün olduğu görülür. Tutku estetik duygumuzu ateşler: güzelliğin hasretini çekmemizi; muhteşem gün batımına ulaşmaya çalışmamızı; çello sesi ile heyecanlanmamızı sağlar. En azından bir dereceye kadar, Nietzsche haklıydı: Bu şeyleri takdir etmemiz, kısmen bizi insan yapan şeydir. Arzudan yoksun olduğum an, hiçbir azim taşımadığım an, sabahları uyanmak için hiçbir nedenim yoktur. Ölmüş sayılırım.
Peki, yılan tam olarak nerede yanılmıştır?
Yılana gerçekten etkili bir şekilde cevap vermek için, iddialarımızı yeniden ayarlamamız gerekiyor. Arzuya son bir uzun bakış atmamız ve onun çekiciliğini tamamen reddetmek isteyip istemediğimize yeniden bakmamız gerekiyor. Ne de olsa, bir kişi Tanrı’nın Kendisi’nin tutkulu olduğunu iddia edebilir. Çünkü O’nun İsteği o kadar güçlüdür ki, her an Kendisi’ni gerçeklik olarak tezahür ettirmektedir. Tanrı, yoktan bir evren yaratmak istemiştir ve yokluktan varlık yaratmıştır. Yılan, biraz tutkudan ne zarar gelir diye sormaktadır.
Tora ve hayatın tadı tuzu
Talmud Bilginleri, 18 yüzyıl önce bu akıl yürütmeyi öngörmüşlerdi ve buna cevap olarak kısa ve özlü ama kafa karıştırıcı bir söz öne sürdüler. Bu söz İbranice yazılmıştır ve genelde şu şekilde tercüme edilir:
Kutsal Olan, Kutsanmış Olsun, İsrail’e şöyle dedi: Oğlum, Kötü Eğilimi yarattım ve buna panzehir olarak Tora’yı yarattım. Kendinizi Tora’ya dahil ederseniz, kötü eğilimin ellerine teslim edilmezsiniz...
Talmud Kiduşin, 30b
İlk bakışta, bilginler kötülük eğiliminin bir sorun, bir hastalık ve Tora’nın da çözüm, hastalıktan kurtulmanın yolu olduğunu söylüyor gibi görünmektedir. Ancak, bazen olduğu gibi, çeviride birçok şey kaybedilmiştir. Orijnal İbranice’de, Talmud, Tanrı’nın Tora’yı Kötü Eğilim için “tavlin” olarak yarattığını söyler. Çoğu çeviri bu “tavlin” kelimesini “panzehir” ya da “merhem” (“panzehiri alırsan … onun ellerine teslim olmayacaksın …”) olarak tercüme der- ama maalesef, “tavlin” kelimesinin anlamı tam olarak bu değildir. Bugün İsrail’e gidip bir dükkana girip tavlin isterseniz, sizi eczaneye yönlendirmezler, bunun yerine, sizi baharat satılan bir yere götürürler ve size maydanoz, adaçayı, biberiye veya kekik seçeneği sunarlar. Çünkü, İbranice’de, “tavlin” baharat demektir.
Yani? Tavlin “baharat” olarak tercüme edilirse, Tora’nın Kötü Eğilim için “baharat” olduğunu söylemek ne anlama gelir?
Ne tür şeylere baharat koyarsınız?
Etin üzerine baharat koyarsınız; yemeklere baharat koyarsınız.
İlginç. Kötü Eğilim “et”tir. Şeylere bakmanın ne kadar farklı bir yolu! Issız bir adada sıkışıp kalacak olsanız ve bir yıl boyunca size sadece et ya da baharat verilecek olsa hangisini tercih ederdiniz? Çoğumuz eti tercih edecektir. Baharat harikadır, ama baharatla yaşayamazsınız. Et yakıttır ve et size yaşamak için enerji sağlar.
İlk bakışta, bu kavramları bu şekilde görmek şaşırtıcı, hatta inanca aykırı gibi görünmektedir: Kötü Eğilim’in bir şekilde Tora’dan daha “gerekli” olduğunu söylemeye nasıl cüret edersiniz? Ama sabredin ve bilginlerin burada söylediklerini biraz düşünün. Çünkü bu sözün kolayca tercüme edilmesine meydan okuyan sadece “tavlin” kelimesi değildir; “Kötü Eğilim” kavramı da, Tora’nın kendisine “tavlin” olacağı bu terim ile de başa çıkması zordur.
“Kötü Eğilim” tam olarak nedir? Gücün Karanlık Yüzü müdür? Boynuzlu ve parlak kırmızı elbisesiyle boynuzlu bir iblis midir? Sol omzumuzun üstünde duran ve kulağımıza kötü tavsiyeler fısıldayan, hor görülen bir melek midir? Kötü Eğilim hakkında düşündüğümüzde, genellikle karanlık metafiziksel ya da hafif çocuksu bir şey düşünürüz. Ama “gerçek hayatta” bu şey nedir?
Rabbilerin dilini modern, psikolojik bir dille değiştirirsek, Kötü Eğilim’in, tutkularımızdan, dürtülerimizden, arzularımızdan başka bir şey olmadığını söyleyebiliriz. Aslında, biraz daha ileri gidebiliriz. İbranice’de “Kötü Eğilim” kavramının karşılığı “yetzer hara”dır. Yetzer kelimesinin kökü y’tz’r – dir ki, bu büyüleyici bir şekilde “oluşturmak, yaratmak” demektir. Yetzer hara’yı kelimenin tam anlamıyla çevirirsek, anlaşılır gibi görünüyor – bunun için hazır olun: Kötü (yü) [biçimde] Yaratma dürtüsü. Veya daha kısaca: Yetzer Hara = “ters giden yaratıcılık”
Tutkularımız bizi besler; onlar bizi harekete geçiren motorlardır. Özellikle yaratma dürtümüz bu tutkuların en derin ve en temellerinden biridir. Bunun çok sayıda dışa vurumu vardır: Cinsellik; sanatsal çaba; icat etme isteği, keşfetme arzusu, hemen hemen her türlü azim vb; hepsi bir düzeyde yaratıcılığın ifadeleridir.
Freud ve Nietzsche’den yüzyıllar önce Talmud böyle bir zorunluluğun insanlık için elzem olduğu konusunda ısrar etmiştir. Enerji olmadan, “et” olmadan, ölüsün.
Ancak, Talmud ekler: Ete hala biraz baharat eklenebilir. Bunu dikkatlice düşünelim. Baharat, et için tam olarak ne yapar?
Ona yön verir; diğerlerinden farklı tada sahip olmasını sağlar. Baharatsız et yavandır, uygun baharatlarla birlikte ise kralların yemeğidir.
Belki de bu, rabbilerin Tora’nın Kötü Eğilim için neden tavlin, baharat olduğunu belirtmelerini açıklar. Tora, en temel, en güçlü dürtülerimize, eğilimlerimize yön verir. Cinsellik, hırs; bu şeyler içimizde yanan ve gitmemizi sağlayan yakıtlardır. Dinin bu kadar ham, göz korkutucu güçlere bakması ve bunlara karşı çıkması, onları bastırması din için ayartıcıdır. Talmud, bununla birlikte, tutkunun korkutucu gücüne cevabın motorları arabalarımızdan atmak, “et”i reddedip açlıktan ölmek olduğunu söylememektedir. Hayır, Tora tutkuyu söndürmek için değil, onu tamamlamak, ona baharat katmak, arzuyu tatmaya değer yapmak içindir.
Tora’nın emirleri, tutkuyu üretken, değerli sonuçlara, hatta kutsal çabalara doğru yönlendirmeyi amaçlamaktadır. Tora, tutkunuzu, cinselliğinizi, azminizi hissedin ve yok etmeyin demektedir. Ama şu şekilde yönlendirin: Siz onları yönlendirin; onların sizi yönlendirmesine izin vermeyin.
Dengesizliğin ortaya çıkışı
Bu dürtülere, eğilimlere yön verme görevinin bugün bize göründüğü kadar zor olmadığı bir zaman vardı. Ağaç öncesi dünyada tutku ve akıl doğal olarak dengede iken, “ahlaki berraklığa” sahip olmak daha kolaydı. Arzularımızın ahlaki koşulları bozmasından korkmadan, arzu süzgecinden geçmeyen görüş ile kararlar alabiliyorduk. Kendi yaratma isteğimiz, tutkularımız ile bozulmadan Yaratıcı’mızın İsteği’ni algılayabiliyorduk.
Ancak, Bilgi Ağacı’ndan yediğimizde o dünya değişti – değiştik. Arzunun kaynağından yedikten sonra, Adam ve Hava içlerinde yanan motorun eskisinden daha güçlü olduğunu hissetti. Evet, artan arzuları onları daha büyük varlıklar haline getirdi, sanki Tanrı’nın Kendisi, Nihai Yaratıcı gibi:
..iyiyi ve kötüyü bilen tanrılar gibi olacaksınız…
Yaratılış 3:5
Ancak bir aksaklık vardı: İnsanlık daha güçlü bir motora sahip oldu ama direksiyon aynı kaldı. Tutku ve akıl arasındaki hassas denge bozuldu. Ağaç sonrası dünyada, Adam ve Hava – hepimiz, ikilemle mücadele etmeye bırakıldık: Bir insan, güçlü, devasa bir motoru kolayca alt edilebilen bir akıl ile nasıl yönlendirebilir?
Yeni keşfedilmiş korku
Şimdi, Adam ve Hava Ağaç’tan yedikten hemen sonra neler olduğuna odaklanarak hikayemizi son bir kez daha okuyalım.
Bilgi Ağacı’ndan yedikten hemen sonra Adam, “Bahçe’de dolaşan Tanrı’nın sesini” duyar ve çıplak olduğunu fark ederek gizlenmişti. Adam’ın endişesini kışkırtan, Tanrı’nın söylediği herhangi bir şey değil, yalnızca Tanrı’nın sesinin farkındalığı olması ilginçtir. Yılanın ilk sözlerini yeni dinlemiş, Tanrı’nın benimle dürtülerim aracılığı ile, içimdeki ses aracılığı ile konuştuğu fikrini kabul etmiş iken, tam o anda, içten değil, buna zıt olarak, dışarıdan gelen Tanrı’nın sesini duymak gerçekten sarsıcıydı. Bu, Tanrı’nın insanlarla gerçekten de kelimelerle konuştuğunun çok açık bir hatırlatıcısıydı. Tanrı’nın beklentilerinin, bizi nereye isterse götürmesine izin vereceğimiz içimizdeki motora teslim olmamızdan öteye gittiğinin kesin bir hatırlatmasıydı.
Adam’ın endişesi, çıplaklığı ile ilgili rahatsızlık biçimini alır. İlginçtir, Adam’ın burada bahsettiği duygu, çıplak olduğunu farkeden birinden beklendiği gibi utanç değil, ama korkudur:
...korktum; çünkü çıplaktım. Bu yüzden gizlendim…
Yaratılış 3:10
Korku, utançtan çok farklıdır. Bir kişi benimle alay ettiğinde, toplum içerisinde bir gaf yaptığımda utanırım, öte yandan, benden daha büyük bir şeyi hissettiğimde, kontrolümün ötesinde olan bir şeyden, beni ezebilecek bir şeyden korkarım. Ağaç’tan yemeden önce, Adam çıplak olduğunu iyi biliyordu; sadece bundan korkmuyordu. Cinsellik, eski dünyada, hayatın doğal bir parçasıydı – neden kıyafetlerle uğraşsın? Şimdi ise işler farklı geliyordu. Cinsellik – yaratma isteğimizin biyolojik dışavurumu – şimdi daha güçlüydü, daha baskındı. Çıplaklık – kendi cinselliğimizle doğrudan, süzgeçten geçmeden yüzleşme – şimdi bir korku kaynağı olmuştu.
Bu yeni güçlü tutkular, yaratma güdüsü – tanrısal olabilir; sarhoş edici olabilir; ama aynı zamanda beni ezebilir, değil mi? Bu kadar korkutucu bir motoru nasıl yönlendirilebilirsiniz ki?
Gücün bedeli
Adam ve Hava ağaçtan yedikten sonra, Tanrı onlara karman çorman gibi görünen cezalar verir: Ölüm, doğumda sancı, toprağı işlemede zorluk; yılan karnı üzerinde sürünür ve toz yer. Fakat bu “cezalar” göründüğü kadar rastgele midir?
Yılanla başlayalım. Adam ve Hava, yürüyen, konuşan, kendileriyle hayvan dünyası arasındaki temel farklılıkları görmeyi yitirmelerini sağlayan bir yılan tarafından aldatılırlar. Şimdi, bu başarısızlığın sonucu olarak, Tanrı bu karışıklık kaynağını ortadan kaldırır. Artık hayvan dünyası neredeyse insan gibi görünmeyecektir. Yılan şimdi karnı üzerinde sürünecek, bacaklarını ve muhtemelen de konuşma yeteneğini kaybedecektir. Dahası, Hava’nın çocukları ve yılanın soyundan gelenler arasında nefret olacaktır. Kendini bir zamanlar yılanlarla karıştırmış olan insanoğlunun gelecekte bunu yapma olasılığı artık daha düşük olacaktır.
Adam ve Hava’yı etkileyen cezalara gelince, bunlar gerçekten ceza mıdır – belki de sadece sonuçlardır? “Motor ve direksiyon” benzetmesine geri dönelim. Üstün yetenekli bir üretici tarafından yapılmış bir aracınız olduğunu hayal edin. Aynı üreticinin ürettiği her şeyle tam bir uyum içinde çalışır – ve kendi içinde tam bir uyum içinde çalışır. Şimdi bazı sorular soralım:
Arabanın hareketli parçaları arasında sürtünme yoksa, ne kadar süre dayanır?
Sonsuza kadar sürer.
Tamam. Diyelim ki arabayı alıp motorla oynuyorsunuz. V4 motorunuzu yeniden yapıp kendinize daha güçlü V8 yapıyorsunuz. Şimdi daha fazla gücünüz var ama bunun da bir bedeli var: Ahenk kayboldu.
Sürtünme, dahili olarak sisteme girer. Çok hafif biçimde dengenin dışına çıkan parçalar sürtünmeye başlar ve sonunda aşınırlar. Sistem sonunda bir gün bozulacaktır. Ölüm, insanlık için bir gerçek olur.
Sürtünmenin başka tezahürleri de vardır. Tıpkı insanlığın kendi içinde aşınması gibi, kendisini çoğaltmak için de aşınır: Doğum, daha önce zahmetsiz bir deneyimken, şimdi acı veren çetin bir sınav haline gelir. Yaratıcılık, yeni bir yaşamın yaratılması, şimdi daha sarsıcıdır.
İnsanlık, ahengin kayboluşunu başka yollarla da hissetmektedir. Kendimizi, Üretici tarafından inşa edilen her şeyle daha az senkronize buluyoruz. Geçmişte doğa Adam’a hediyelerini zahmetsizce sağlarken, şimdi Adam, yaşamını topraktan alnının teri ile kazanmak zorundadır. Geçmişte, etrafımızdaki dünyayla mükemmel bir uyum içindeydik. Şimdi, bir tsunami sahile sessizce yaklaştığında, içgüdüsel olarak bir şeyin yolunda gitmediğini algılayan hayvan dünyasıdır; yüksek bir yere yönelenler onlardır. İnsan, kendi dünyasında, sahilde tatilde, etrafındaki doğal dünyanın sessiz acı çığlığından habersizdir.
Bu uyumsuzluğun son bir dışavurumu: İnsanlık, artık evde kendisiyle başbaşa değildir, artık kendisi için yaratılmış bir dünyada da değildir. Bahçe’den sürgün edilmiş olmanın ıstırabını çekmektedir ve yeni ve belirsiz yabancı bu arazide elinden gelenin en iyisini yapmalıdır.
Bahçe’deki Adam ve Hava’ya bakışımızın sonuna yaklaşıyoruz. Sonraki bölümde, Tanrı’nın görünüşte gereksizmiş gibi görünen, “neredesin?” sorusu ile birlikte olayları bağlayacağız. Bu sorunun orijinal İbranicesine daha yakından bakıldığında, bu soruya unutulması güç boyutlar getirecektir – belki de bunun aslında bir soru olmadağına dair ilginç bir olasılık da dahil …
Ama haydi kendimizin önüne geçmeyelim. Bunu düşünmek için biraz zaman ayırın, sonraki yazımızda görüşeceğiz.
Sonraki Yazı: İki Ağacın Hikayesi (12)
Kaynak: Rabbi David Fohrman