Yeryüzü kimindir?
Mısırlılar’a ve Paro’ya verdiği on bela ile Tanrı, birbirinden ayrı görünen çok sayıda gücün; örneğin, pagan dünyada farklı tanrıların yetkisi altında olduğuna inanılan dolu ve ateşin bir arada oluşu (Şemot 9:24) belası ile tüm güçlerin Tek Kaynağı’nın (Elokim) Kendisi olduğunu göstermekteyken, dolu belasından kurtarması için Paro, Moşe’ye yalvardıktan sonra, Moşe, Paro’yu uyarır: “Böylece dünyanın Tanrı’ya ait olduğunu kavrayacaksın” (Şemot 9:29).
Tanrı’nın egemenliğini ve insanların dünya üzerindeki gücünün ve kontrolünün sınırlarını ifade eden bu cümle, “dünyanın Tanrı’ya ait olduğunu kavrayacaksın“, modern insanın dünyadaki yeri ve insanlığın mevcut çevresel çıkmazdaki rolü ile doğrudan ilgilidir.
“Dünyanın Tanrı’ya ait olduğunu kavrayacaksın“ayeti, Mezmurlar’da yer alan şu ayet ile görünürde çelişir: “Gökler Rab’bin gökleridir; ama yeryüzünü insanlara vermiştir” (Mezmurlar 115:16). Yeryüzü Rab’bin mi yoksa insanın mıdır? Hangi koşullar altında?
Psikta Zutra, bu iki ayeti şöyle açıklar: İnsanlar, yeryüzü üzerindeki kendi hakimiyetlerinin Tanrı’nın iradesini takip etmelerine bağlı olduğunu bilerek davrandıkları sürece, faydalanmaları için yeryüzü insana verilmiştir; buna aykırı davranırlarsa yeryüzü tekrar aslına, Tanrı’ya döner.
Traktat Berakot’ta, Rabbi Levi’nin anlattığı gibi, yeryüzünün sunduğu herhangi cömertliğinden faydalanmadan önce, bir beraha (kutsama) söylerek her türlü faydayı Veren’in, tümünün tek Kaynağı’nın Tanrı olduğunu hatırlarız. Bu, “Yeryüzü Rab’bindir” ayetinin karşılığıdır. Berahayı söyleyip, Kaynak ile olan bağlantıyı, tüm bu nimetleri Veren’in Tanrı olduğunu hatırladıktan sonra, nimet artık insanındır. Bu, “yeryüzünü insanlara vermiştir” ayetinin karşılığıdır.
Rabbi Jonathan Sacks şöyle anlatır: “Bir beraha (kutsama), Tanrı’nın mülkiyetini kabul etme eylemidir. Eğer bu dünyadaki şeylerin tadını çıkarmadan önce bir kutsama yapmazsak, sanki Tanrı’nın mülkiyetinden seküler bir şekilde yararlanmış gibiyizdir. Bir kutsama yaptıktan sonra, onu özel kullanım için satın almış oluruz. Tanrı’ya sembolik olarak bir şeyi geri verdiğimizde, onu bize geri verir.”
Böylece, örneğin; en dünyevi, bedensel faaliyetlerden biri olan yemek yeme eyleminde dahi Kaynak ile olan bağlantıyı koruyarak, yaşamın her alanında yeryüzünün Efendisi’nin kim olduğunu hatrımızda tutarız.
Günümüzde Belalar
Yeryüzü insanlığın egemenliğine verilmiş olsa bile, insan istediği her şeyi yapmak özgürlüğüne sahip değildir. Doğal kaynakların dikkatli, düşünceli ve merhametli idaresine duyulan ihtiyaç, Tora’da defalarca vurgulanmaktadır.
Mısır’daki belalar, Mısırlılar’a kibirli Paro’nun gücüne olan güvenlerinin yanılgı olduğunu göstermiştir. Modern insan kendisini fiziksel dünyanın mutlak hakimi olarak belirlemiştir. Teknolojik ustalık ve maddi refah arayışına dalan modern toplumdaki birçok kişi daha büyük bir aşkın gücün varlığını ve tanıdıkları dünyanın ötesinde bir anlam ve amaç duygusunu kaybetmiştir. Kaynak ile olan bağlantılarını yitirmişler ya da Kaynak ile aralarına birçok engeller, perdeler koymuşlardır. Bu unutkanlığın ve kaybın sert ahlaki ve çevresel sonuçları olmuştur.
Koşer Yasaları
Tora, Vayikra (Levililer ) 11:3-8 ve Devarim (Yasa’nın Tekrarı) 14:4-8 ayetleri arasında temiz/yemeye uygun (koşer) ve temiz olmayan/yemeğe uygun olmayan (tame) hayvanları tarif etmektedir. Yani Tora, bazı hayvanları yiyebileceğimizi ama bazılarını yiyemeyeceğimizi söylemektedir. Peki ama niçin bazı hayvanları yiyebiliyoruz de bazılarını yiyemiyoruz?
Koşer yasalarının anlamı nedir?
Bu yasalar üzerinde düşünmeye başladığımızda söz konusu kriterler bize pek de anlamlı gelmemektedir. Örneğin; “çift toynak [halinde] tamamen ayrık olan bir toynağa sahip olan ve geviş getirenlerin her biri – onu yiyebilirsiniz.” (Vayikra 11:3). Öyleyse, yiyeceğimiz hayvanların çift ve ayrık toynakları olacak ve geviş getirecektir. Neden?
Temiz ve temiz olmayan arasında ayrım yapmamızı sağlayan bu ölçütler gelişigüzel, keyfi seçilmiş gibi görünmektedir. Fakat Tora düşüncesizce seçilmiş rastgele kurallar içermez. Koşer’i mantıklı ve hatta manevi olarak anlamlı bir şekilde kavramanın bir yolu olmalıdır. Bu, ne olabilir?
Bazıları Kaşrut (yeme kuralları) yasalarının insan sağlığı ile ilgili olduğunu iddia eder. Ancak, Kaşrut yasalarının sağlık açısından bazı yararları olsa da, bu yasaların verilme nedeni sağlıklı etlerin seçimi gibi görünmemektedir. Örneğin, bilim inek etinin koşer olmayan at etinden daha sağlıklı olduğunu söylememektedir. Hatta, at eti inek etinden daha sağlıklı bile olabilir. Bu nedenle sağlık, Kaşrut’un nedeni gibi görünmemektedir.
Bazı kişiler de, İsraeloğullarını diğer uluslardan ayırdığı için Kaşrut yasalarının sosyal etkisine işaret etmektedir. İlave olarak, yukarıda anlattığımız gibi, yemek yeme şeklimize bile rehberlik eden manevi yasalara sahip olmak, gün boyunca, yemek yerken dahi Tanrı ile bağlantı kurmamıza yardımcı olmaktadır. Evet, Kaşrut bunları gerçekten teşvik etmektedir. Ancak, bu açıklamalar genel olarak neden yemek kısıtlaması olması gerektiğini ve neden belirli kurallar dahilinde yemek yenmesi gerektiğini açıklar. Tora’nın neden çift-ayrık toynakları ve geviş getirmeyi kriter olarak belirlediğini açıklamaz. Eğer amaç sadece bir şekilde yemeye uygun ve uygun olmayan hayvanları ayırmak olsaydı, o halde ayrım kriterleri herhangi bir şey olabilirdi, örneğin; “sadece benekleri ve şeritleri olan hayvanları yiyin” gibi. Bu kriter de yenebilir ve yenemez hayvanlar arasında pekala bir ayrım yapabilirdi.
Kuşlar, balıklar ve böcekler gibi tüm kategorilere bakmadan önce kara hayvanlarına odaklanıp, çift, ayrık toynak ve geviş getirme ölçütünün anlamını çözebilirsek, bu bize Kaşrut’un amacının anlaşılabilmesi için daha derin bir ipucu verebilir.
Et yemek
Neden sadece bazı hayvanların koşer olduğu konusuna girmeden önce, görmezden gelemeyeceğimiz daha büyük bir soru var: Hayvanları neden yiyebiliyoruz? Bunu genellikle zaten baştan kabul etmiş gibi davranıyoruz: “Elbette et yiyeceğiz!” Ama aslında o kadar basit değildir.
Bereşit (Yaratılış) Kitabı’nda Tanrı’nın insanın neyi yiyebileceği konusunda verdiği izin açıktır:
Tanrı “İşte – tüm yeryüzü üzerindeki tohum üreten her bitkiyi ve tohum üreten meyveleri olan her ağacı size verdim; sizin için yiyecek olacaklardır” dedi (Bereşit 1:29).
İdeal dünyada, insanlık kesinlikle vejeteryandı.
Ama Tufan’dan sonra, bazı şeyler değişti. Tanrı, Noah’a “Hareketli her canlı size yiyecek olacaktır. [Artık] Size her şeyi, tıpkı yeşillik ve bitkiler gibi verdim” (Bereşit 9:3) dedi. Tanrı, Tufan’dan sonra insana artık hayvanlardan da yiyebileceğini söylemektedir. Artık sadece bitki yemeyebilirdi.
Bu ayetten hemen önce Tanrı bize yanıtı söylemektedir: “Tanrı Kendi’ne ‘Toprağı bir daha insanlar yüzünden lanetlemeyeceğim’ dedi. ‘Çünkü insan kalbinin eğilimi, çocukluğundan beri kötüdür. Tüm hayatı bir daha hiçbir zaman, [şimdi] yapmış olduğum gibi vurmayacağım.’ ” (Bereşit 8:21).
Tufan öncesi insan, yapmış olduğu yanlışların karşılığını belirgin biçimde görürken, örneğin; Adam ve Hava’nın işlemiş olduğu günah nedeniyle, toprak lanetlenmiş (Bereşit 3:17), insanın karşılacağı çeşitli zorluklar verilmişken (Bereşit 3:15-19) [Ayrıntılar için: Adam ile Hava, Yaşam ve Bilgi Ağacı, Yılan ve Lilit], bu yeni Tufan sonrası dünyada, dünya insanlığın kötülüğüne karşı çok daha az duyarlıdır. Ya da, farklı bir şekilde söylendiğinde, Tanrı insanlığın eksikliklerini çok daha kabul etmektedir. Tanrı artık günah yüzünden toprağı lanetlemeyecek ya da dünyayı yok etmeyecektir. Ne değişmiştir?
Başlangıçta, insanlığın ideal durumunda, insanlık sadece bitkisel kaynaklı besinleri yiyordu. Yiyeceğini topraktan çıkaran bir kişinin elde edeceği sonuç, kontrol edemediği unsurlara; yağmura, rüzgara, iklime, toprağın kendisine o kadar derinden bağımlıdır ki, yiyeceğini topraktan çıkaran bir kişinin yemeğinin Tanrı’dan geldiğini fark etmesi çok daha kolaydır. Bitkisel kaynaklı beslenme bizi toprağa bağlar ve sahip olduğumuz her şeyin – dünyadaki her şeyin, bizi hayatta ve ayakta tutan her şeyin, olduğumuz her şeyin – Tanrı’dan olduğunu hatırlatır.
Bitkisel kaynaklı beslendiğimizde, besinimiz, yaşamımız doğrudan topraktan gelir. Et yediğimizde ise, besinimiz yine topraktan gelir, ama bir adım geriye gelmiş oluruz: toprağın ürettiği bitkiyle beslenen bir hayvandan besinimizi almış oluruz.
Tufan’dan önce Tanrı, insanlığa hayvanlar üzerinde egemenlik vererek insanlığın yaşayan dünya üzerindeki hakimiyetini belirtti. İnsanlık hayvanları toprağı sürmek, ekmek, biçmek için kullanabilirdi. Fakat insanlığın hayvanlar üzerinde kurduğu bu hakimiyet ile insanlık, yaşamının, dünyanın kendi kontrolünde olduğu yanılsamasına, kibre kolayca düşebilir. Hakim olanın, Efendi’nin kendisini olduğunu sanabilir. Bu yüzden, Tanrı bir tedbir koymuştu. Evet, hayvanlar üzerinde egemenlik iddia edebilir, hayvanlardan faydalanabilirdik, ama onları yiyemezdik. Hayvanları yemek, hayvanın yaşam gücüne inanılmaz ölçüde duyarsızlık göstermek anlamına gelirdi. Hayvanların yaşamını ellerinden alma kabiliyeti, insanlığın yaşamın efendisi olduğu yanılsamasına dönüşürdü.
Bunun yerine, hem insanlar hem de hayvanlar aynı kaynaktan – doğal bitkisel kaynaklı besinden yiyordu. Bu şekilde insanlık, diğer türlerin üzerindeki üstünlüğünden bağımsız olarak, tüm dünyanın yalnız Tanrı’nın olduğunu sürekli hatırlıyordu.
Ancak Tufan sonrası dünya çok daha az hassastır. Artık Tanrı, insanlığın et yeme arzusuna, hayvanlar üzerinde fiziksel hakimiyet iddiasına izin vermektedir.
Tanrı ile İlişki
Tanrı bizimle ilişki kurmak istemektedir. Eden Bahçesi’ni de bir çeşit cennet ya da başka bir deyimle ideal hali temsil etmesi için; insanlığının O’nunla birlikte yaşayabileceği bir ortam, insanlığa bir armağan olarak yaratmıştır.
Fakat, Tanrı, bunun O’ndan geldiğini anlamamızı istemektedir. Örneğin, anne veya baba, çocuğuna bir hediye verirse, çocuğunun bundan zevk almasını ister, ancak; çocuk, bu hediyenin zaten kendi hakkıymış gibi davranır ve hediyeyi verenin ebeveynini olduğunu unutursa, bu yaklaşım ebeveyn ile çocuk arasındaki ilişkiye zarar verir.
Yani, Tanrı, “Bütün bu ağaçlardan yiyin, bahçemin tadını çıkartın, ancak bunların Ben’den geldiğini bilmenizi isterim, çünkü; sizinle bir ilişki kurmak istiyorum” demektedir. Tanrı’nın bu isteğini anladığımızı ve bu ilişkide yer almak istediğimizi nasıl göstereceğiz? Tanrı’nın belirlediği o ağaçtan yememek yasağını onurlandırarak! Bahçe’de misafir olduğumuzu anladığımızı böyle gösteririz. Sınırları bizim değil, Tanrı’nın koyduğunu ve sınırlara saygı göstermemiz gerektiğini bilerek!
Eğer Adam ve Hava’nın yaptığı gibi, “İyinin ve Kötünün Bilgisi Ağacı’ndan yiyerek” neyin iyi neyin kötü olduğuna karar verenin Tanrı olduğunu unutarak, “Tanrı gibi olup” (Bereşit 3:5, 3:22), neyin “iyi”, neyin “iyi olmadığına” kendileri karar vermeye başlar, “iyiyi ve kötüyü” kendi ellerine alırlarsa, sınırları çiğnemenin “uygun, arzu uyandırıcı, çekici” (Bereşit 3:6) olduğunu söyleyip, Kaynak ile aralarına mesafe koyarlarsa, bu durumun ahlaki ve çevresel sonuçları elbette olacaktır.
Bu dünyada konuk olduğumuzu unutabilir ve kendimizi bu dünyanın sahibi olduğumuzu sanabilir, kuralları oluşturanın biz olmamız gerektiğini, kuralların benim için “iyi” olduğunu düşündüğüm şeylerle ilgili olması gerektiğini düşünebiliriz. Tanrı, yeryüzünü ondan zevk alalım diye vermiştir ve yeryüzü de bizim için ürün verecektir. Ancak, bunun Tanrı’dan geldiğinin farkına varamıyorsak ve bunların sahibi sanki bizmiş gibi davranıyorsak, o halde; kendi başımıza ne yaptığımızı görmemiz için görmüş olduğumuz gibi Tanrı’nın evinden atılırız. Evet, hala Tanrı’nın yarattığı dünyada yaşayabiliriz, ancak; Tanrı’ya olan yakınlığımız azalmıştır. Mesafeyi koyan ise insandır. [Daha fazlası için: Tora, Bir Büyük Hikaye Mi?]
O halde, insanlığın Tanrı’yı unutmasına, yaşamının ve dünyanın kendi kontrolü altında olduğunu aldanışına düşmemesi nasıl sağlanabilir? Bunun bir çözümü de Kaşrut yasalarıdır.
Kaşrut yasaları: Eti koşer yapan nedir?
Et yemek için verilen izin açık çek vermek anlamına gelmemektedir. Tanrı, yine nasıl ve ne yiyebileceğimizi kısıtlayan yasaları verir. Bunlar özellikle kendimize yeniden odaklanmamıza yardımcı olan yasalardır, böylece et yediğimizde bile yukarıda bahsettiğimiz kontrol yanılsamasını önleyebiliriz. Yiyeceklerimizi manevi duyarlılık içerisinde yiyebiliriz.
İlk Kaşrut kısıtlaması, Noah’a verilen et yeme izninin hemen ardından verilir:
“içinde kan olan eti yememelisin” (Bereşit 9:4). Neden?
Kan nedir? Daha sonra şöyle der:“çünkü bir canlının yaşam gücü kanıdır” (Vayikra 17:11). Kan, yaşam ve ölümün en etkili hatırlatıcısıdır.
Kisui Hadam mitsvası şunu söyler: Bir hayvanı öldürdüğümüzde, kanı yere dökmeli ve onu toprakla örtmeliyiz. Hayvanın kanını görmek bize öldürmüş olduğumuz hayvanın sadece bitki veya alelade bir nesne olmadığını hatırlatır. Az önce can sahibi olan hayvanın yaşamını aldığımızı hatırlamak için duyarlı olmalıyız. Bu, Tanrı’nın bir yaratımıydı! Hayvanın kanını toprağa geri vermemiz, yeryüzünde egemen ve güçlü olduğumuzu hatırlattığı kadar, hayvanın hayatının ve bizim hayatımızın topraktan geldiğini idrak etmemizi sağlar. Tanrı’ya olan bağımlılığımızı unutamayız.
Şemini Peraşası’nda (Vayikra 9:1 – 11:47) bu hassasiyeti teşvik eden daha geniş Kaşrut yasalarımız bulunur. Bu yasaların bu amacı nasıl yerine getirdiğini anlamak için koşer hayvanların neden geviş getirmesi ve ayrı, çift toynakları olması gerektiğini anlamalıyız.
Koşer yiyecek yasaları keyfi midir?
Önce geviş getirme ile başlayalım. Geviş getirmek ne anlama gelir? Geviş getiren hayvanların çok odalı mideleri mikrobiyolojik bir sindirim yöntemini mümkün kılar. Bu iyi gelişmiş sindirim sistemleri ile, çoğu diğer memelinin tek bir odadan oluşan mideleri ile sindiremedikleri maddeleri bile (örneğin selüloz) değerlendirebilirler. Çoktan yutmuş ve az sindirmiş oldukları maddeleri dinlenirken tekrar ağızlarına getirip tekrar çiğnerler. Buna geviş getirmek denir. Yani geviş getirme, besinleri sindirilebilir hale getirmek için yiyecekleri parçalamaya yönelik ayrıntılı bir süreçtir. Ama neden? Geviş getirenlerin neden yiyeceklerini bu kadar titiz bir şekilde parçalaması gerekiyor?
Bu, onların yedikleriyle ilgilidir. Geviş getiren hayvanlar otçuldur, ama çok kendine özgü bir otçul türüdür. Tohum, tahıl ve sert kabuklu meyve yiyen birçok vejetaryen hayvanın aksine, geviş getiren hayvanların besini ham yapraklar ve otlardır – ve bu besinler selüloz açısından zengin oldukları için sindirimi son derece zordur. Yaprak yemeye çalışın… çok iyi sonuç alamazsınız. İnsanlar onları sindirmek için uygun enzimlere sahip değildir. Geviş getiren hayvanların dört bölmeli mideleri ve geviş getirmeleri otsu ve yapraklı yiyeceklerini parçalamak ve sindirmek için yapılmıştır.
Bunun neden önemli olduğunu açıklamadan önce, Koşer hayvanlarının ikinci özelliğine dönelim: Ayrık çift toynağın işlevi nedir? İlk olarak, bir toynak, kalın, sert bir keratin tabakayla kaplanmış hayvanın parmağının ucudur. Bu ağır hizmet tipi tırnak, hayvanların uzun süre ayakta durmasını ve seyahat etmesini sağlar. Ayrık, çift toynaklar bir adım daha ileri gider: düz araziler, çimenli meralar ve dağlar gibi çeşitli arazilerde koşarken veya zıplarken ekstra çekiş gücü ve sürtünme kuvveti sağlarlar.
Hem etçil hem otçul (omnivor) olan domuzların dışında tüm toynaklı hayvanlar otçuldur. Toynakları meralarda uzun süre otlamalarına izin verir. Ancak, özellikle ot ve yaprak yiyenler için, geniş açık alanlarda otlama onları yırtıcılara karşı savunmasız hale getirir. Ayrık, çift toynaklar hayvanlara herhangi bir arazide yakalamadan kaçma becerisi kazandırır. Yani, bu özelliklerin her ikisi de – geviş getirme ve ayrık, çift toynaklar – birlikte belirli bir hayvan türünü işaret eder: ot ve yaprak yiyen vejeteryanlar.
Aslında Talmud’un kendisi de bu konuya değinmektedir. Hulin 59a, bir hayvanın koşer olup olmadığını belirlemenin başka bir yolu olduğunu söyler: Eğer üst kesici dişleri yoksa, o hayvan geviş getiriyor ve ayrık, çift toynaklı demektir. Çünkü; üst kesici dişler, kabuklu meyve veya hayvan eti gibi sert besinleri parçalamak için kullanılan keskin dişlerdir. Bir hayvan onlara sahip değilse, bunun nedeni besinlerinin üst kesici dişlere ihtiyaç duymayan şeylerden oluşmasıdır – başka bir deyişle, otlar ve yapraklar. Bilginlerimiz aynı sonuca varmışlardı: geviş getirme ve ayrık, çift toynaklı olma kendi başlarına birer değer değildir, amaçları sadece belirli bir hayvan türünü göstermeleridir: ot yiyen otçullar.
Yani, aynı şeyin farklı bir göstergesi varsa – üst kesici dişlere sahip olmamak gibi – hayvanın koşer olduğunu varsayabilirsiniz.
At ot yediği halde neden koşer değildir?
Akla şu soru gelebilir: “Örneğin bir at da ot yer. O halde neden at yiyemiyoruz?” Bunu atın beslenme düzenine neden dikkat edilmesi gerektiği ile ilgili açıklamadan anlayabiliriz:
Bir at, basit şiddetli hava değişimi, rutinlerindeki değişim veya yem kaynağındaki ani değişikliklerle sindirim problemlerine sahip olabilir; Değişiklikler, ishal, mide rahatsızlığı, yemi reddetme veya hiç yememeye kadar değişir. Hiç merak ettiniz mi, neden? Aslında bilim adamlarının tespit ettiği gerçekten iyi bir açıklama bulunur: Kuzey Amerika iklim değişikliklerinin kayıtlarının yanı sıra fosil verilerini analiz ettikten sonra araştırmacılar, atın besin içeriğinin yağmur ormanı meyvelerinden ve yapraklı sebzelerden otlaklarda bulunan daha aşındırıcı besinlere geçtiğini buldular. Atlar ilk ortaya çıktığında, yağmur ormanı tipi sebzeler, meyveler ve yemyeşil yapraklı yeşillikler ortamında bulunmuşlardır. Bu büyük bir sebze salatası yemeği gibiydi. Zaman geçtikçe arazi, yağmur ormanı olmaktan aynı bitki örtüsünün yetişmeyeceği kuru bir iklime kadar iklim değişikliğinden geçti. Sadece kuru bir ot toprağı oluştu. Atlar çevreye uyum sağlamadığı takdirde soyları tükenme tehlikesiyle karşı karşıya kaldılar. Bugün besininizin hoş bir yapraklı sebze salatasıyken, birden otlakta çim yemeye, hatta kuru samanlara değiştiğini hayal edebiliyor musunuz? Vücudunuz ve atlar, besin kaynağı olarak bu yoğun selülozlu besinleri sindirecek şekilde tasarlanmamıştır. Doğada atlar, başarılı bir hayatta kalma stratejisi olacak biçimde çevrelerine uyum sağlamıştır. Atgiller (Equidae) kuru iklim bitki örtüsü otlarını sindirme yeteneğini geliştirmiştir. Sindirimi zor olan ot yemek başarılı bir hayatta kalma stratejisiydi. Bu dönemde birçok tür ot yemeye uyum sağlayamadı ve nesli tükendi. Ancak bu hayatta kalma stratejisinin bir bedeli vardı. Atlar, “Arka bağırsak mayalanması” adı verilen, monogastrik otçullarda yani tek mideli hayvanlarda görülen bir sindirim sürecine sahiptir ve geviş getirmeyen otçullardır. Bu, atların tıpkı bizim gibi basit bir midesi olduğu anlamına gelir. Bununla birlikte, insanlardan farklı olarak, çim ve samandan gelen bitki lifini (büyük ölçüde selüloz) sindirme yeteneğine de sahiptirler. Lifleri fermantasyon ile sindirmek ve ince bağırsaklarında enzimatik sindirim için çok odalı midelerinde bakteri kullanarak lif sindirecek biçimde çok daha etkili bir sindirim sistemine sahip geviş getiren hayvanlardan (sığır, koyun ve geyik) farklıdırlar. Atlar, hayatta kalmak için hassas ama benzersiz bir ikili sistem geliştirmiştir. Ön bağırsak, tahıldan nişasta gibi basit karbonhidrat kaynaklarının sindirildiği yerdir. Arka bağırsak, yulaf kabuğu, pancar küspesi ve saman gibi lifli kaynakların meydana geldiği yerdir. Atlar lifleri parçalamaya adapte olmuştur, ancak inek gibi geviş getiren bir hayvan değildir. Bu yüzden ölümcül komplikasyonları önlemek için besinlerinin dikkatle izlenmesi gerekir. Atların besin düzeni sadece ot ve yapraklardan oluşmadığı için de diğer besinleri parçalamasını sağlayan ağzının ön kısmında kesici dişler yer alır.
Kaşrut Yasaları Duyarlılığı ve Maneviyatı Nasıl Teşvik Eder?
Yediğimiz hayvanların sadece ot yiyen vejeteryanlar olması neden önemlidir? Etçil hayvanlar neden kapsam dışıdır? Kaşrut, duyarlılığı ve maneviyatı nasıl teşvik eder?
Yediğimiz hayvanların hepsinin anatomisi (örneğin diş yapısı) ot yemek için özelleşmiştir. Kabuklu meyve, tohum ve tahıldan bile daha basit bir beslenme içeriğine sahiptirler. En ham haliyle ot yiyerek, toprağa en yakın halde, en basit biçimde Kaynağa bağlı kalırlar. Ot yiyen hayvanlar, dünyanın ideal durumunun son hatıralarıdır. İnsan sadece doğrudan topraktan gelen bitki tükettiği ve bunları Veren’in Tanrı olduğunu doğal olarak daha açık biçimde Kaynağa bağlı kalır. Ancak, bu durumdan bir basamak geri gidip, birinci dereceden toprağa bağlı olanları tüketmeyi seçtiğimizde bile, bunu bizi Nihai Kaynak’a bağlı tutacak ve O’na duyarlı hale getirecek şekilde yapmamız gerekmektedir ve Kaynak’tan bir dereceden fazla ayrılamayız. Kaynak ile araya koyduğumuz her basamak, bizi Kaynak’tan biraz daha uzaklaştırmaktadır. Bu nedenle, bir basamak geri gitmeyi seçsek bile, sadece en ham beslenmeye sahip, en basit haliyle Kaynağa bağlı olan hayvanları, onları da belirli yasalar/sınırlar dahilinde tüketebiliriz. Et yiyenleri, gelişmiş beslenme içeriklerine sahip hayvanları tüketemememizin, yani iki veya daha fazla basamak geriye gitmememizin amacı budur. Kaşrut kurallarının amacı hayatımızı zorlaştırmak değildir. Onlar hayatlarımızı daha anlamlı kılmayı amaçlar. Koşer hayvanları yerken, yeryüzü olan bağlantımızı korumak için çok duyarlı davranıyoruzdur.
Toprak ile Tanrı arasında nasıl bir ilişki vardır?
Devarim (Yasa’nın Tekrarı) Kitabı’nda şöyle der: “O’ndan başkası yoktur!” (Devarim 4:35). Bu ayet, Tanrı haricindeki her varlığın yalnızca Tek Kaynağın sürekli beslemesi ile varlıklarını sürdürdüğü, Tanrı’nın yaşamı sürekli ışığıyla beslemeyi bir anlığına durdursa, varlığın varlığını sürdüremeyeceği, Tanrısal gerçeklik açısından Tek Kaynak haricinde hiçbir şeyin gerçek varlığı olmadığı anlamına gelir. Tanrı, yaşamın Kendisinden kaynakladığı Tek ve Nihai Kaynaktır, yaşam verendir. Varlığa yaşam veren, hayatta tutan Tanrı’dır. İnsanı da ruhsal ve fiziksel olarak sürekli besleyen Tanrı’dır.
Bu manevi beslemenin, aşağı fiziksel dünyadaki karşılığı, fiziksel beslenmedir. Yaşam veren Kaynak’ın temsili de yeryüzüdür. Yeryüzü, can verir, besler, hayatta tutar ve sonunda ona dönülür. Yeryüzü ile bağlantıyı yitirmek, Kaynak ile bağlantıyı yitirmeyi sembolize eder. (Toprak ile bağlantıyı azaltmanın yaşam ile bağlantıyı azaltmak duygusunu verdiğini çoğumuz hissetmişizdir.)
Tanrı, Kaynak ile olan bağlantımızı doğrudan devam ettirmenin yolu araya engeller koymamaktır. Bu nedenle, kendimizi besinini topraktan elde edenlerin alçakgönüllülüğü ve inancı ile dolduruyoruz, gözlerimizi göğe yükselterek, bunu bize sağlayanın Tanrı olduğunu biliyoruz.
Daha fazlası için: alephbeta.org ve myjewishlearning.com
Kutsal Kitabınızı bilin!
Kutsal Kitabınızı bilirseniz, kimse inancınızı ve Tanrı ile olan bağlantınızı çalamaz.