Sazlık Denizi’nin (Yam Suf) yarılması Yahudi hafızasına kazınmıştır. Her gün sabah duası sırasında Mezmurlar’dan sonra Şema’dan önce bu olayı okuruz ve sonra Şema‘dan sonra, Amida‘dan hemen önce tekrar okuruz. Mısır’dan çıkışta yaşanan en büyük mucize buydu. Mucize evet, ama ne anlamda?
Anlatıları dikkatle okursak, iki bakış açısını fark edebiliriz. Önce birincisi,
Bene-Yisrael denizin içine, kuru toprağa girdiler. Sular onlar için sağ ve sol yanlarında birer duvar halindeydi.
Sular geri gelip, Paro’nun denizde [Bene-Yisrael’in] peşlerinden gelen tüm ordusuna ait araba ve süvarileri örttü. Aralarında bir tanesi bile kalmadı. Bu sırada Bene-Yisrael [halen] kuru toprakta, denizin içinde yürüyorlardı. Sular onlar için sağ ve sol yanlarında birer duvar halindeydi.
Mısır’dan Çıkış 14:22, 28-29
Aynı ifade Denizin Şarkısı’nda da görülür:
Burun Deliklerin’in [sert] rüzgarıyla Yığıldı sular, Akışkan [sular] duvar gibi dikildi, Denizin kalbinde katılaştı derinlikler.
Mısır’dan Çıkış 15:8
Buradaki vurgu, gerçekleşmiş olayların doğaüstü yönü üzerinedir. Normal akan sular duvar gibi dikildi. Deniz kuru araziyi açığa çıkarmak için ikiye ayrıldı. Doğa yasaları askıya alındı. Bilimsel olarak açıklanamayacak bir şey oldu.
Ancak, dikkatle bakarsak farklı bir bakış açısını da görebiliriz:
Moşe elini denizin üzerine uzattı. Tanrı bütün gece boyunca denizi kuvvetli doğu rüzgarıyla iteledi, deniz yatağını kuru zemin haline getirdi. Sular yarılmıştı.
Mısır’dan Çıkış 14:21
Buradaki ayette, görünürde bir neden olmaksızın, suyun davranışında ani bir değişiklik yer almaz. Tanrı birkaç saat içinde suları geri iten bir rüzgar getirir. Suların yarılmasını sağlayan kuvvetli doğu rüzgarıdır ve kuru zemin ortaya çıkar. Mucize, doğal nedenlerle ortaya çıkıyor görünmektedir.
Ve bu ayetlere bakınız:
Gecenin son bölümünde Tanrı, Mısır ordusunu ateş ve bulut sütunuyla vurarak, Mısır kampını paniğe uğrattı.
Arabalarının tekerleğini çıkarttı ve ilerleyişlerini ağırlaştırdı. Mısırlılar “Yisrael’den kaçalım!” diye inlediler. “Çünkü Tanrı onlar adına Mısırlılar’la savaşıyor!.”
Mısır’dan Çıkış 14:24-25
Buradaki vurgu mucizeden çok ironiyedir. Mısırlıların büyük askeri varlıkları, onları kendi zamanlarının büyük gücü yapan atları ve arabalarıydı. Bunlar Mısır’a özeldi. Hatta beş yüzyıl sonra Kral Süleyman zamanında bile bu geçerliydi:
Süleyman savaş arabalarıyla atlarını topladı. Bin dört yüz savaş arabası, on iki bin atı vardı. Bunların bir kısmını savaş arabaları için ayrılan kentlere, bir kısmını da kendi yanına, Yeruşalayim’e yerleştirdi.
Krallığı döneminde Yeruşalayim’de gümüş taş değerine düştü. Sedir ağaçları Şefela’daki yabanıl incir ağaçları kadar bollaştı.
Süleyman’ın atları Mısır ve Keve’den getirilirdi. Kralın tüccarları atları Keve’den satın alırdı. Mısır’dan bir savaş arabası altı yüz, bir at yüz elli şekel gümüşe getirilirdi. Bunları bütün Hitit ve Aram krallarına satarlardı.
1 Krallar 10:26-29
Bu açıdan bakıldığında, meydana gelen olaylar şöyle tarif edilebilir: İsraelliler, Sazlık Denizi’ne sığ olduğu bir noktada gelmişlerdi. Muhtemelen deniz yatağında, normalde su ile kaplı bir sırt vardı, ancak örneğin, şiddetli bir doğu rüzgarı estiği zaman bu ortaya çıktı. Cambridge Üniversitesi fizikçisi Colin Humphreys bunu Mısır’dan Çıkış’taki Mucizeler’de (The Miracles of Exodus) şöyle belirtir:
Rüzgar gelgitleri denizbilimciler tarafından iyi bilinir. Örneğin, Büyük Göller’den biri olan Erie Gölü boyunca kuvvetli bir rüzgar estiğinde, batıda Toledo ve Ohio ile doğuda Buffalo ve New York arasında on altı fit kadar su seviyesi farkı oluşur… Napolyon’un Süveyş Körfezi’nin başındaki sığ suyu geçerken neredeyse “ani bir gelgit” ile öleceği söylenir.
Kaynak: https://www.amazon.com/Miracles-Exodus-Scientists-Discovery-Extraordinary/dp/0060514043
Colin Humphreys, Mısır’dan Çıkış’taki Mucizeler, 2003,sayfa 247-48.
Benzer bir analiz için bkz. James K. Hoffmeier, Mısır’daki İsrael: Mısır’dan Çıkış Geleneğinin Gerçekliğinin Kanıtı, Oxford Üniversitesi Yayınevi, 1996, sayfa 199-215.
Kaynak: https://www.amazon.com/Israel-Egypt-Evidence-Authenticity-Tradition/dp/019513088X
Deniz yatağındaki sırtı açığa çıkaran rüzgar durumunda, sonuçlar dramatiktir. Yaya olarak seyahat eden İsraelliler, onları takip eden Mısır’ın savaş arabalarına karşı aniden muazzam bir avantaja sahip oldu. Savaş arabalarının tekerlekleri çamurda sıkıştı. Savaşçılar onları serbest bırakmak için çok çaba harcadılar. Mısır ordusu ne ilerleyebiliyor ne de geri gidebiliyordu. Tuzağa düşmüş tekerleklerine o kadar dalmışlardı ki savaş arabalarını terk etmek istemediler, rüzgarın dindiğini ve suyun geri döndüğünü fark etmediler. Olanları fark ettiklerinde, tuzağa düşmüşlerdi. Sırt şimdi her iki yönde deniz suyu ile kaplıydı ve ortadaki kuru toprak adası dakikalar içinde küçülüyordu. Eski dünyanın en güçlü ordusu üstün bir ordu tarafından değil, insan rakipleri tarafından değil, İsraellileri ele geçirmeye çalışmaya odaklanıp, savaş arabalarının çamurun içine saplandıklarını göremedikleri için yenildiler.
Burada, aynı olayları görmenin iki yolu vardır: Biri doğal, diğeri doğaüstüdür. Suların dik durduğu doğaüstü açıklama son derece güçlüdür ve böylece Yahudi hafızasına dahil olmuştur. Ancak doğal açıklama daha az güçlü veya daha az etkili değildir. Mısır’ın güçlü yönü, zayıflıkları olmuştur. İsraelliler’in zayıflığı ise İsraelliler’in gücü olmuştur. Bu okumada önemli olan, olanların doğaüstü yanı değil, ahlaki boyutudur. Tanrı günahkarların günahlarını hatrında tutar. Onunla alay edenlerle alay eder. Güçlü Mısır ordusuna, güçsüzlerin onlardan daha güçlü olduğunu gösterir.
Başka bir deyişle, bir mucize, mutlaka doğal yasalarını askıya almak zorunda değildir. Doğal bir biçimde açıklanabilecek bu olayın ne zaman, nerede ve nasıl gerçekleştiği, en inatçı şüphecilerin bile Tanrı’nın tarihe müdahale ettiği konusunda merak duymasını sağlar. Zayıf olanlar, tehlikede olanlar kurtarılır.
Daha önemli olan böyle bir olayın ilettiği ahlaki mesajdır: Kibir, İntikam Alıcı tarafından cezalandırılır; gururlular alçaltılır, alçakgönüllü olanlar onurlandırılır. Tarihte genellikle gizli ama bazen görkemli bir şekilde ortaya çıkan adalet mevcuttur.
Bu fikir daha ileriye götürülebilir. Emil Fackenheim, tarihin akışını dönüştüren “çığır açan olaylar” dan bahseder [Emil Fackenheim, To Mend the World, New York, Schocken, 1982, sayfa 14-20.] Daha belirsiz, ancak benzer hatlar boyunca, Fransız filozof Alain Badiou, bireylerin kendilerini ve dünyalarını değiştiren bir gerçekle yüz yüze geldiği bir “varlık felsefelerinde kırılma noktası” olarak adlandırdığı “olay” kavramını önermiştir [Alain Badiou, Being and Event, çeviri: Oliver Feltham, Continuum, 2006.] Sanki tüm alışagelmiş kavrayış kayboluyor ve biz de hayatımızın geri kalanına sadık kalmamız gerektiğini düşündüğümüz çok önemli bir şeyin huzurunda olduğumuzu biliyoruz: “Kutsiyetin benimsenmesine bir olay aracılık eder.” [Alain Badiou, Being and Event, çeviri: Oliver Feltham, Continuum, 2006 sayfa 255].
Bu dönüştürücü olaylarla, kendimizi tarihin ötesinde, bize yön vermeye, çağrıldığımızı hissederiz. Bu anlamda, Sazlık Denizi’nin yarılması, doğa yasalarının askıya alınmasından farklı ve daha derin bir şeydi. Halkın “Tanrı’ya ve kulu Moşe’ye inandı” (Mısır’dan Çıkış 14:31) ve kendilerine “Kendine edindiğin bu halk” (Mısır’dan Çıkış 15:16) adını verdikleri dönüştürücü andı.
Tüm Yahudi düşünürler, Tanrı’nın insanlık tarihine katılımının doğaüstü boyutuna odaklanmamıştır. Rambam, “İsrael’in Moşe Rabbenu’ya gerçekleştirmiş olduğu işaretler nedeniyle inanmadığını” belirtir [Rambam, Mişne Tora, Yesodei ha-Torah 8:1]. Moşe Rabbenu’yu Rambam açısından peygamberlerin en büyüğü yapan şey, doğaüstü işleri değil, ama Sinay Dağı’nda insanlara Tanrı’nın sözünü getirmiş olmasıdır.
Sazlık Denizi’ni geçişin anlatıldığı anlatının dehası, meseleyi şu ya da bu şekilde çözmemesidir. Bize her iki bakış açısını da verir. Bazıları için mucize, doğa yasalarının askıya alınmasıydı. Diğerlerine göre, doğa yasalarına uygun bir açıklama olması, olayı daha az mucizevi hale getirmedi. İsraelliler’in tam da suların beklenmedik bir şekilde sığ olduğu yere ulaşması, tam da güçlü bir doğu rüzgarının estiği zamanda ulaşması – tüm bunlar doğa yasaları içerisinde kalsalar da birer mucizeydi.
Koşullu Evren
Bilginlerimiz, genel olarak, en büyük mucizeler de olsa, denizin bölünmesi bile olsa, mucize vurgusunu azaltma eğilimindeydi.
Moşe elini denizin üzerine uzattı ve sabaha karşı deniz normal koşuluna döndü. Mısırlılar [sulara] doğru kaçıyorlardı. Tanrı, Mısırlılar’ı denizin ortasında çalkaladı.
Mısır’dan Çıkış 14:27
ayetinde Moşe elini denizin üzerine uzatır ve orijinal İbranice metinde şöyle der:
“Deniz gücüne döndü”.
“Deniz gücüne döndü.” Burada “gücüne” olarak tercüme edilen kelime l’eitano‘dur (לאתנו). Talmud’daki Rabbiler, harflerin sırasını değiştirerek kelimeler üzerinde oynama yapar. “l’eitano“, kelimesi litena’o (לתנאו) olarak okunabilir ve “koşuluna” anlamına gelebilir [Bakınız: Bereşit Rabba 5:5].
Hangi koşul? Tanrı denizi yarattığında denizle yaptığı koşul. “İsrael’in Çocukları bu noktaya geldiğinde,” diye belirledi Tanrı, “geçebilmeleri için ikiye ayrılacaksın. Anladın mı? Tamam, o halde şimdi var olabilirsin.”
Kelimeler üzerinde yapılan bu tür Talmudik oyun, midraş adı verilen bir türe aittir. Aslında, bu özel öğretim yöntemi Talmud’da değil, Talmud’a çağdaş Midraş Rabba adlı Midraşim derlemesinde görünür. Fakat Rabbiler sadece oyun oynamak için midraşim oluşturmazlar. Belirli bir amaç, bir noktaya işaret etmek için oluştururlar. Bu öğretimin amacı oldukça basit görünmektedir: Her şey önceden düzenlenmişti, ayarlanmıştı.
Kuşkusuz, eğer işler önceden düzenlenmemiş olsaydı, Her şeyin Yaratıcısı öyle de yönetebilirdi. Nasıl başta bir deniz yarattıysa, şimdi Tanrı denizi ayıracaktır. Neden bu konuyu denizle konuşuyor ve ona bir koşul koyuyor?
Tora’daki kelimeler üzerinde oynama, gelenek içerisinde kesinlikle geçerli bir temele sahiptir. Kutsal Kitap’ın kendisi kelimeleri genellikle bu şekilde yan yana koyar. Ancak bu durumda, bu harflerin iki düzenlemesi birbiriyle doğrudan karşıttır: L’eitano — gücüne; litena’o — koşuluna. Bir koşul, bir anlaşmayı zayıflatır. Bu anlamda, iki okuma birbirine zıttır.
Bu soruya biraz ara verelim. Çünkü bu soruyu cevaplamanın anahtarı, gerektiğinde ikiye ayrılan başka bir su kütlesi ile ilgili başka bir hikayede bulunur. Bu, Talmud’da büyük bir bilgin ve iyi bir insan olan Rabbi Pinhas ben Ya’ir ile ilgili hikayede anlatılır [Talmud, Hullin 7a]:
Rabbi Pinhas ben Ya’ir, bir gün tutsakları kurtarma emrini yerine getirmek için yoldadır. Bir noktada Ginay Nehri ile karşısına çıkar.
“Ginay, geçebilmem için sularını ayır!” diye emreder.
Nehir, “Efendinizin isteğini yerine getireceksiniz ve ben de efendimin isteğini yerine getireceğim. Ben kesinlikle başarılı olacağım, ama sen görevinde başarılı olamayabilirsin” diye yanıtlar.
Nehrin burada geçerli bir argümana sahip olduğuna dikkat edin. Rabbi Pinhas kesinlikle Yaratıcısı’nın isteğini yapmaktadır. Masum insanları kötülük edenlerden kurtarmak istemektedir. Ama aynı zamanda nehir de Yaratıcısı’nın isteğini yapmaktadır. Nehir, nerede akması söylenmiş ise orada akmaktadır, bu durum Rabbi Pinhas için uygun olmasa da. Neden biri diğerine yol vermelidir? Rabbi Pinhas bu soruna şu şekilde cevap verir:
“Eğer ayrılmazsan, suyun sonsuza dek akmamasını emrederim!” .
Ve nehir yarılır.
Mesajı anladık mı? Pek değil. Bunun için usta öğretmen ve yaygın olarak Mezeritch Maggid’i olarak bilinen Kabalist Rabbi Dov Ber’in sözlerine ihtiyacımız olacak. Maggid, bu öğretiyi aldığını söylediği Baal Şem Tov’un varisi olarak kabul edilir: [Bu öğreti Ohr Torah 89. Bölüm’de bulunur]
Rabbi Pinhas, Ginay nehrine, “Eğer yarılmazsan, suyun sende sonsuza dek akmamasını emredeceğim!” dediğinde, nehrin kuruyacağını söylemiyordu. Görevi ile arasına girmeye devam ederse asla varolmamış olacağını söylüyordu. Burada kimse bir nehir olduğunu hatırlamayacaktı. Çünkü asla var olmamış olacaktı.
Ne hakla? Çünkü Maggid’in açıklamış olduğu gibi, nehir sadece Yaratıcısı’nın sözünü yerine getiriyordu. Rabbi Pinhas ben Ya’ir ise Yaratıcısı’nın isteğini yerine getiriyordu. Bir fark vardır. Söz var olandır, İstek var olması gerekendir.
Yaratıcı, bir hikayeyi hazırlayan bir yazar ya da programının parametrelerini ayarlayan bir programcı gibi, Sözüyle var olanı düzene koyar. Ama var olan sadece orada var olmak için var değildir. Var olmasının ve bu şekilde var olmasının bir nedeni vardır. Bu şekilde Yaratıcı’nın isteği gerçekleştirilebilir: Yani, ne olması gerektiği. Ve olması gerekeni yapmak da bize bırakılmıştır.
Yaratıcı dünyasını yarattığında, olması gerekenin ne olduğu konusunda zaten karar vermişti. Olması gereken, Alaha‘dır. Alaha, Yaratıcı’nın İsteği’nin çabalarımızla, eylemlerimiz aracılığı ile bu dünyaya girmesi için gerekli yollardır. Olması gerekene göre var olanı tasarlamıştır. Bir şeyin varlığı (var olması), o şeyin yerine getirmesi gerekeni yerine getirmesi koşuluna bağlıdır.
Rabbiler’in Tanrı’nın denizi yarattıktan sonra denize bir koşul getirdiğini öğrettiklerinde kastettikleri budur. Bunun anlamı, deniz bölünmesinin en başından beri yaratılışta programlanmış olmasıdır. [Genel olarak, bilginlerimiz gelecekteki tüm mucizelerin yaratılışın altı gününün sonunda alacakaranlıkta yaratıldığını söyler (Mişna, Avot 5:6)]. Doğanın askıya alınmasından çok, tarihin içerisinde uygun zamanda harekete geçecek olan, başlangıçta doğaya yazılan olaylardır.
Hatta bilginlerimiz arasında mucizelerin bir liyakat işareti mi yoksa tam tersi mi olduğuna dair bir tartışma ile karşılaşırız. Talmud [Şabat 53b] geride emziren bir çocuğu bırakarak vefat eden bir kadının eşi olan bir adamın hikayesini anlatır. Baba, bir süt anne tutamayacak kadar fakirdir, bu yüzden bir mucize oluşur ve babanın kendisi çocuk sütten kesilene kadar ona süt verir. Bu konuda Talmud aşağıdaki görüş farklılıklarını belirtir:
Rav Yosef şöyle dedi: Gelin bu adamın onun için bir mucize gerçekleşecek kadar ne büyük olduğunu görün. Abaye ona şöyle dedi: Aksine, bu adam ne kadar düşük düzeyde ki, doğal düzen onun için değiştirildi.
Abaye’ye göre, mucizelere ihtiyaç duymadan kendileri için iyi şeylerin gerçekleştiği kişiler daha büyüktür.
Tanrı, söz konusu antlaşmayı sadece denizle değil, yarattığı her şeyle yapmıştır. Tüm evren koşullu bir yaratımdır. Peygamber’in dediği gibi,
Tanrı diyor ki, ‘Gece ve gündüzle bir antlaşma yapıp yerin, göğün kurallarını saptamasaydım
Yeremya 33:25
Ayrıca bakınız Talmud, Avoda Zara 3a: “Rabbi Şimon ben Lakiş dedi ki: “Akşam oldu ve sabah oldu, altıncı gün”? Niçin altıncı gün? Niçin yaratılışın diğer beş gününün hepsinde olduğu gibi sadece “gün altı” değil? Bu bize Tanrı’nın yaratılış ile bir koşullama yaptığını öğretir. “Eğer İsrail Tora’mı kabul ederse, iyi olacak; ama kabul etmezse, hepinizi yaratılış öncesi kaos durumuna döndüreceğim.” (Tora, Sivan ayının altıncı gününde verildi.) Hiç varolmamış olacaklardı! Buradaki “Antlaşma”, Tanrı ile insan arasındaki antlaşma yani “olması gereken”, yani Tora’dır.
Her an, ister gündüz, ister gece olsun, yalnızca Antlaşma’nın içine aşıladığı anlam nedeniyle gerçektir. Anlamına aykırı olan ya da anlamı olmayan bir an, hiç var olmamış bir andır. Gökler ve yeryüzü yasaları bile, eğer bu antlaşma ile çatışsaydı asla var olmazdı.
Evet, hikayede ilk bakışta belirgin bir çatışma var. Masum insanlar kaçırılmıştı. Rabbi Pinhas, Tora çalışmasına ara vermek ve onları kurtarmak için büyük bir risk altına girmek zorundadır. Ve sonra bu nehir yolu engeller ve yerinden oynamayı reddeder. Şeylerin ne ve nasıl olduğuna bakarak, neden bu şekilde ve hangi amaçla olduklarını anlayamazsınız. Bu, hikayeyle birlikte açığa kavuşur.
Bu, amacın yerin derinliklerinde saklandığı, onu kazıp ortaya çıkarmak için bir tsadik beklediği ya da bizlerden birinin dünya ile güreşip mücadele etmesini bekleyen zamanlar var olduğu anlamına gelir. Dışarıdan, tüm evren yakınıp ve çığlık atabilir. İçten içe ise, her ayrıntısı, kendine has muhteşem bir şekilde, Yazarı’nın isteğini yerine getirmek için düzenlenmiştir.
Tanrı, bu dünyadaki herşeyi saygınlığı için yarattı.
Pirke Avot – Mişna 6:11
O’nun iradesi gerçekleştiğinde dünya sadece olduğu gibi olmaz, aynı zamanda ne olması gerektiğini de olur.
Mucize İzni
Burada Talmud’dan, Sinay Dağı’nda Tora’nın verildiği günü açıklayan başka bir ifade bulunur:
Hükmü göklerden işittirdin; Yer titredi ve hareketsizdi.
Mezmur 76:9
Eğer dünya titrediyse, nasıl hareketsiz olabildi? Ve eğer hareketsizse, nasıl titreyebildi?
Ama önce titredi ve daha sonra hareketsiz kaldı.
Talmud, Avoda Zara 3a
Koşullu bir varoluş açıklaması olmadan, bunun bize ne anlattığını görmek zordur. Başlangıçta, metnin ima ettiği gibi, yeryüzü hem titriyordu hem de hareketsizdi – ikisi de vardı ve ikisi de yoktu. Yani bir üst üste binme durumundaydı. Ancak Tora, Sinay’daki o olayda alındığında (kabul edildiğinde – kabalat tora), üst üste binme durumu ortadan kalktı, olasılıklar tek bir sonuca çöktü ve dünya kararlı hale geldi. Geçmişe dönük olarak, dünya gerçek oldu. Öyleydi ve öyle olmuştu oldu.
Önceki soruya dönelim: “Gücüne dönen deniz” ile “koşuluna dönen deniz“in ne ilgisi vardır? Bir koşul güçlendirmez, ancak zayıflatır. Ancak şimdi, koşulunu yerine getirdikten sonra denizin var olma ve var olmama süperpozisyonunun (üst üste binmenin) çözüldüğünü görüyoruz. Amacını yerine getirerek kararlı ve güçlü bir varoluşunu (geçmişe dönük olarak da, daima var olmuş olarak) yerleşik kılar.
Rebbe (Menachem Mendel Schneerson) aynı prensipleri Yahudi bilgeliğindeki başka bir bulmacaya uygular. Yahudiler’in Yeni Yılı Roş Aşana’da okuduğu bir dua, o günü “dünyanın doğum günü” ve “işlerinizin başlangıcı” olarak adlandırır. Ayrıca bize, bu günün ilk insan olan Adam’ın yaratıldığı gün olduğu da söylenir. Ama Adam yaratılışın altıncı gününe kadar yaratılmamıştı. O halde neden bu doğum gününe “dünyanın doğum günü” deniyor?
Çünkü Adam etrafta olana kadar, bu yaratılışı amacına getirebilecek hiçbir varlık yoktu. Sadece Adam oradayken, kendi varlığı ve her şeyin varlığı hakkında anlam ve amaç aramaya başladığında, ancak o zaman dünya gerçek bir varoluşa sahip olmaya başladı. [Bakınız Zohar 1:221b and 3:107b; Tikkuney Zohar, tikkun 56.] Ancak o zaman, beş gün önce dünya var olmaya başladı.[Maamar Zeh Hayom 5742, se’if 3.]
Tanrı’nın denizle ve bir Rabbi’nin bir nehirle yaptığı pazarlık ile ilgili olağanüstü midraşimin, artık sade anlamları ortaya çıkıyor: Her yaratılışın hakiki gerçekliği onun sadece dünyevi işlevi değil, daha yüksek ilahi bir plandaki rolüdür. Ne olduğunun özü, ne olması gerektiğidir. Ve biz bu özü ortaya çıkarmaktan, ilahi amacı potansiyelden olandan gerçeğe, dünyayı geçici bir seraptan ebedi bir sevinç bahçesine, Tanrı’nın özünün parladığı bir yere dönüştürmekten sorumlu olan Adam’ız.
Kuantum Mekaniği’nin tuhaflıklıkları ile ilgilenen herkes, gerçekliğin bir zamanlar düşündüğümüz şey olmadığını çabucak fark eder. Bu yeni fiziğin ortaya çıktığı andan itibaren, en saygın bilim adamları, gerçekliğin doğası hakkında yeni anlayışlar elde etti ve çoğu zaman cevaplar için mistisizme ve dine yöneldi.
Kuantum modelinin ilk tohumunu atan Max Planck çalışmalarında şuna ikna olmuştu:
Tüm madde sadece bir kuvvet sayesinde ortaya çıkar ve var olur … Bu kuvvetin arkasında bilinçli ve zeki bir Zihnin varlığını varsaymalıyız. Bu Zihin tüm maddelerin kökenidir.
Kuantum Mekaniği’nin arkasındaki dalga mekaniğinin temelini oluşturan Erwin Schrodinger, bireysel bilincin sadece evreni saran tek ve bölünmez bir bilincin bir tezahürü olduğunu teorize etti [Hayat nedir? Yaşayan hücrenin fiziksel yönü ile Zihin ve madde. ” Bölüm IV: Dünyaya Bakışım.]
Kuantum Mekaniği’nin en önemli öncüllerinden biri olan Wolfang Pauli, “birliğin mistik deneyimi” hakkında denemeler yazarak, içinde bulunduğu gizemlerin ipuçları için Carl Jung’un yardımını istedi. [“Bilim ve Batı Düşüncesi” 1955, Pauli (1994) tarafından çevrilmiş ve yeniden basılmıştır, sayfalar 137-148, 148.sayfada. Ayrıca bakınız: yeniden basılan 1950’lerin başlarındaki diğer makaleler.]
Bir fikir birliği umuyorsanız, Nick Herbert [“Kuantum Gerçekliği” (Quantum Reality), Random House, 1985, Birinci Bölüm], kuantum fizikçileri tarafından yaratılan sekiz farklı gerçeklik versiyonunu sayar. Bunların bazıları oldukça mistik, en pragmatik ve en gerçekçi olanı da dahil olmak üzere hepsi olağanüstü gariptir.
Asıl sorun, hepsinin işe yaradığı görülüyor. Ayrıca, bunların en azından öngörülebilir teknoloji ile nasıl yanlışlanabileceğini görmek zor. Yani, şu anda olduğu gibi, Kuantum Mekaniği, bilimsel tarihin pragmatik olarak en başarılı teorisi olsa da, insan zihnindeki en temel soruya kesin bir cevap veremez: Tam olarak neler oluyor? Bryce DeWitt ve Neil Graham’ın belirttiği gibi, “Temel olarak, fizikçiler ciddi bir kayıp yaşadı: Gerçekliğe tutunmaları.” [Nick Herbert’ten alıntı]
Geleneksel eğilimleri olan Yahudiler için bu hoş bir haber olabilir. Newton mekaniği tarafından kabul edilen eski determinist gerçeklik görüşü, klasik Yahudi dünya görüşü ile kesinlikle çelişiyordu. Kuantum Mekaniği, yaratılanların Yaratıcıları’yla etkileşime girdiği, mucizeler ve özgür seçimin var olduğu, her şeyin İlahi yönetim altında bulunduğu bir dünyaya izin verebilir mi? Belki de bize miras kalan bakış açısını daha iyi anlamamızı sağlayabilir?
Klasik Newton / Öklid dünya modelinin temelleri, küçük bir grup parlak kuantum fizikçisi tarafından yeniden yazılırken, Rebbe, Rabbi Menahem M. Schneerson, fırtınanın merkezinde, 1928-1932 yılları arasında Berlin Üniversitesi’nde okuyordu. Albert Einstein ve Erwin Schrodinger’in bulunduğu bu ortamda bu teorileri ilk elden duymadığını hayal etmek zor. Werner Heisenberg ve Kopenhag yorumunu savunan arkadaşları konferansa geldiğinde tartışmalara katılmış olması muhtemeldir.
Rebbe, Tora’nın geleneksel dünya görüşünü yeniden yazmak yerine, o dönemin devrimci keşiflerini, daha önce sadece inanç açısından ele alınmış olan fikirlere deneysel destek olarak ele alır.
Belirsizlik
Rebbe’nin Belirsizlik İlkesi’ne atıfta bulunduğu birkaç mektup vardır. 1971’de Ortodoks Yahudi Bilim Adamları Derneği Dergisi editörüne yazdığı bir mektupta Rebbe, dernek üyelerinin bazılarının müdafi duruşunu, bilimin ne olduğu konusunda güncel bilgiye sahip olmadıkları gerekçesiyle eleştirir. Rebbe özellikle şu kişileri ele alır:
“… Tora’nın temel ilkelerine bağlılıklarını açık bir şekilde beyan etmekten örneğin; Tanrı’nın Adam ve Hava’yı yarattığından ya da günümüzde bir mucize olasılığından yani (sözde) doğanın yasalarına aykırı bir olay imkanının varlığından utanıyor gibi görünmektedirler.
Bilimsel hipotezler karşısında hala eski moda Tora gerçeklerini ifade etme konusunda utanmış hisseden Ortodoks Yahudi bilim adamlarımıza, Heisenberg’in Belirsizlik İlkesi’nin nihayet neden ve sonucun mekanik olarak bağlantılı olduğunu savunan geleneksel bilimsel düşünceyi ortadan kaldırdığını hatırlatmak isteriz. Bir olayın başka bir olayın kaçınılmaz sonucu olduğunu iddia etmek oldukça bilimdışıdır, ancak en muhtemel olduğunu söyleyebiliriz.
Çoğu bilim adamı, bu belirsizlik ilkesini tüm evrene özgü olarak kabul etmiştir. 19. yüzyıl bilimin dogmatik, mekanik ve deterministik tutumu ortadan kalkmıştır. Modern bilim adamı artık bilimde Gerçeği bulmayı beklemiyor. Bilimin şimdiki ve evrensel olarak kabul gören görüşü, bilimin ilerlemesi ne olursa olsun, kesin veya mutlak olan ile değil, her zaman olasılıklarla başa çıkacağı fikriyle uzlaşması gerektiğidir.”
Bu sözler Heisenberg’in kendi klasik ifadesinin açık bir yankısıdır:
Bana öyle geliyor ki nedensellik yasasının keskin formülasyonunda – ”şimdiyi tam olarak bilirsek, geleceği hesaplayabiliriz” – burada sonuç değil, öncül yanlıştır.
Başka bir deyişle, şimdiyi kesin olarak bilmenin bir yolu olmadığı için geleceği hesaplayamayız. Heisenberg bunu bir adım daha ileri götürdü: Doğada basit nedensellik kavramına, doğadaki her belirleyici nedenin sonuçta ortaya çıkan tepkiyi takip etmesine meydan okudu. Aksine, her durum sonsuz olasılıklara izin verir ve tahmin edebileceğimiz tek şey, diğerlerinden daha muhtemel olandır.
Eğer böyleyse Rebbe, bilimin herhangi bir olayı imkansız ilan edemeyeceğini beyan eder. Sadece “olasılığı düşük” tanımını yapabilir. Fakat mutlak, bazı olayların kesinlikle gerçekleşmesine izin vermeyecek olan “Doğa Kanunları” olduğu kavramı artık kabul edilebilir bir konumda değildir.
Eğer evrenin varlığı bize ona verdiğimiz anlama bağlıysa, o halde yaratılıştaki yerimiz bir dış gözlemci olmak değil, devam eden yaratıcı sürecin ayrılmaz bir parçası olmaktır. Potansiyelden gerçeğe dönüştüren bir varlık. [Bakınız Likutey Sihot, cilt 35, sayfalar 1-6.]
Talmud’un aynısını söyleyen başka bir esrarengiz öğretisi daha vardır: “Her insan, ‘Dünya benim hatrıma yaratılmış’ demelidir.” [Mişna, Sanhedrin 4:5.] Ancak daha yakından bakarsak aslında, “Benim hatrıma . . .” demiyor. “Benim yolumda” (bişvili) diyor. Her insan, “Dünyanın yaratıldığı yol benim. Eğer bu yolu eğri bir yol yaparsam, dünya buna göre ortaya çıkacaktır. Eğer düz bir yol, açık bir yol, ilahi bir yol yaparsam, o dünyada yaşayacağım” demelidir.
Gerçekliğin tamamı, bu anı şimdi nasıl kullanmaya karar verdiğinize bağlıdır – düşünceler, ağzınızdan çıkan sözler ve en önemlisi yaptığınız eylemler. Sadece gelecek değil, geçmiş de buna bağlıdır. Şu andan daha değerli bir şey yoktur. Her zaman – geçmiş ve gelecek – buna bağlıdır. [Ayrıca bakınız Maamar Padah B’Şalom 5738, özellikle de 5.se’if. Rebbe’nin bu konuda en açık olduğu yerdir.]
Eğer insanın evrendeki konumu sadece bir dış gözlemci olsaydı, neden pasif gözlemimizin gözlenen üzerinde bu kadar derin bir etkisi olsun? Bir gözlem, neden olasılık dalgalarının çökerek, belirli bir duruma indirgenmesini sağlasın, oluşları olduya çevirsin?
Bohr’un Tamamlayıcılık ilkesi, yani nesnelerin aynı anda gözlemlenemeyen veya ölçülemeyen belirli tamamlayıcı özellikler çiftlerine sahip olması şu Talmudik ilkeyi çağrıştırır: “Tanrı bizi neyi yasakladıysa, ona benzer bir şeye izin verdi.” [Talmud, Hullin 109b]. Rogatchov’lu Rabbi Yosef Rosen, Talmud bilginleri Abaye ve Rava’nın zamana iki farklı bakış yoluna sahip olduklarını açıklar: bir dizi nokta veya kesintisiz bir süreklilik olarak.
Genel olarak, Talmud’un formatı, hemen hemen her şeyle ilgili her fikir için, karşıt bir görüşün olması ve her ikisinin de aynı zamanda doğru olmasıdır. Rabbi Evyatar, Rabbi Natan ile tartıştığı bir konuda Tanrı’nın görüşünü sorduğunda şu yanıtı alır: ” Evyasar Çocuğum böyle söylüyor, Natan Çocuğum böyle söylüyor. . .” Göklerden bir sesin bir zamanlar söylediği gibi, “Her ikisi de yaşayan Tanrı’nın sözüdür.”
Heisenberg’in potansiyel ve somut gerçekleri tanımlaması, dünyamızı Kabalistik nosyon ile; olam ha’asiyah (gerçek dünya) ve diğer tüm potansiyel dünyalar tanımlamasına çok benzerdir. Bu dünyanın yapılmış olduğu kuantum dünyası, görünüşe göre bu dünyaya pek benzememektedir.
Ancak kuantum mekaniğinin yüksek ve net bir sesle ilan ettiği en çarpıcı fikir, evrenin sadece bir birlik olarak anlaşılabileceğidir. Olaylar belirli bir zamanda belirli bir yerde ortaya çıkar, ancak altta yatan gerçeklik yerel değildir – tüm alan ve zaman tek bir bütün olarak birbirine bağlıdır. Yaratılış, muhteşem bir kendini gösteriş ile, Yaratıcının mutlak birliğini yansıtır.
Zohar bilime “aşağıdan gelen kaynaklar” ve Tora bilgeliğine “göklerin pencereleri” der (Bakınız: Bereşit 7:11). Zohar, Mesih döneminden çok kısa bir süre önce, Noah’ın tufanını aynalayan bir bilgelik tufanı olacağını tahmin eder. Hem aşağıdan gelen bilgelik hem de yukarıdan gelen bilgelik, dünyayı o döneme hazırlamak için sular altında kalmalıdır. Yukarıdan gelen bilgelik, kendi başına dışsaldır – dünyamızdaki harikaları içeriden keşfetmemiz gerekir. Aşağıdan gelen bilgelik, kendi başına, bize hiçbir anlam ve amaç sağlamaz. Çünkü, bilim anlam ve amacı konu edinmez. Ama birlikte mükemmel bir uyum sağlarlar.
Burada, tanınmış bir Amerikalı matematikçi olan Profesör Paul Rosenbloom ile Rebbe arasındaki konuşmadan bahsetmek istiyorum. Özellikle müfredat ve eğitim alanlarında birçok önemli katkıda bulunmuş olan Profesör Paul Rosenbloom, Rebbe ile buluşacaktır.
Buluşmadan önce Rosenbloom, Rebbe’nin sekreterine düşüncesinin ana hattını anlatır: Yahudi gündüz okullarında, Tora çalışmaları ve laik çalışmaların entegre edilmesi gerektiğini söyler.
Sekreter şaşırır: “Kutsal ile olmayan arasında bir ayrım olmalı! Bir çocuk neyin kutsal, neyin olmadığını bilmelidir” der.
Ancak Rebbe ile konuşurken Prof. Rosenbloom farklı bir bakış açısını duyar. Rebbe, “Çocuklara her şeyin Tora ile bağlantılı olduğunu takdir etmeleri öğretilmelidir” der. “Bir bilim laboratuarında bir deney gerçekleştirdiklerinde, gözlemledikleri kimyasal reaksiyonlara neden olanın Tanrı’nın yaratıcı gücü olduğunu bilmeliler.”
“Bazıları var,” diye devam eder Rebbe, “biri sefarim [kutsal metinler] diğeri laik kitaplar için olmak üzere iki kitap rafları var. Yanlış yaklaşım budur. Bir kişi laik bilgeliği Tora ile ilgisiz bir şey olarak düşünüyorsa ya Tora’yı anlamıyor ya da üzerinde çalıştığı laik konuyu gerçekten anlamıyor demektir.”
Ambalajın kendisi, sahip olduğu sırrın öğretmenidir. Dünyanın kendisi, Tora’nın harflerini işaret etmek için kullandığımız bir gümüş el veya Tora tomarını sarmak için kullandığımız kılıf gibi Tora’nın bir aksesuarı olmaktadır. Hemen sonraki köşe başında, dünyanın kendisinin Tora olacağı bir zaman yaklaşmaktadır. O zaman, nasıl ki sular denizleri dolduruyorsa, dünya da Tanrı bilgeliğiyle dolacaktır. (Yeşaya 11:9, Habakkuk 2:14)
Kutsal Kitabınızı bilin!
Kutsal Kitabınızı bilirseniz, kimse inancınızı ve Tanrı ile olan bağlantınızı çalamaz.
Kaynaklar:
Rabbi Jonathan Sacks
Rabbi Tzvi Freeman